Osmanlı ailesinin yaşayan en büyük ferdi Ertuğrul Osman Efendi şimdi 93 yaşındadır ve New York'da yaşamaktadır.
Milliyet gazetesi yazarı Güneri Cıvaoğlu ile yaptığı söyleşiden bazı alıntılar:
"Büyükbabam Sultan Abdülhamit, babama ve diğerlerine birer kutu dolusu pırlanta vermişti. Babam bu serveti çarçur etmedi. iyi kullandı. Biz hiç sıkıntı çekmedik. Ben de daha sonraki yıllarımda Güney Amerika'da maden işlettim. Güzel bir hayatım oldu. Şimdi artık çalışmıyorum. New York'ta bu evde yaşıyorum."
Osmanlı devleti sürseydi, Padişah tahtında oturacak ve hilafeti sürdürecek olan Ertuğrul Osman Efendi'nin şu sözleri de önemlidir:
"Padişahlar, hukuku modernleştirdiler. Şeriat hukukunu yetersiz bulurlardı ve o sebeple karşıydılar. Şeriat hukukunu tatbik etmek isteyen ulema ile saray karşı karşıya gelirdi. Birbirlerini sevmezlerdi.
Ben dahil bütün Türkler, Atatürk'e borçluyuz. Vatanı o kurtardı. Cumhuriyeti kurmakla iyi etti. O gelmeseydi, Allah bilir ne olurdu...
Gençler, laikliğe ve vatanın bütünlüğüne sahip çıksınlar.
Padişahlık, monarşi, hilafet, şeriat geride kalmıştır. Artık olmaz.
Zaten ben de böyle bir şeyi aklımdan geçirmem."
kendisinin görmediği hatta, babasının çocukken yaşadığı saray ortamı hakkında bu denli geniş ve sağlıklı bilgilere sahip olması, daha dün gözü ile görmüş gibi anlatması, arada bir türkiye'ye gelme hakkına sahip olması, acaba kendisne sağlanan bu küçük zuhurun etkisiyle mi konuşuyor diye düşündüren, hele hele bu işi de güneri cıvaoğlu gibi kalemi kaygan, kendi kaygan, fikri kaygan ama osmanlı ve şürekasına karşı durup dimdik kalabilen bir insan aracılığı ile yapması da enteresan olan kişidir.
osmanoğulları sülalesi dolmabahçe sarayındaki toplantıya katılan pırlanta kaplama kadınlardan, sarışın yarım prensciklerden ibaret sananlar yanılmaktadır.
bu insanlara en kısa zamanda kadir mısırlıoğlu'na ait "osmanoğulları'nın dramı" adlı kitabı okumaları salık verilir. okusunlar ki; hiç değilse ekmeksizlikten ecnebi memlektelerinde açlıktan ölen, merdiven ve çamaşır yıkayarak hayatını idame ettirebilen şehzade ve sultanları da tanıyabilsinler. hatta bu sefalet halindeki ölümlerden sonra bizzat ulu önder atatürk tarafından yurt dışındaki bu aile mensuplarına bağlanan altından aylıkları da okusunlar. böylece atatürk'ü sevmenin ilk şartının onun da bir dönem subayı olduğu osmanlı devletine ve unsurlarına sövmek olmadığını anlasınlar. hayatlarında aynı anda iki unsuru sevememiş, saygı duyamamış insanların ise bu kitabı almamaları tavsiye olunur. zira bu kitap onlardaki vicdan ve tahammül duygularını zorlayacak ve nihayetinde bugüne kadar ki yaşama nedenleri ve enerjileri olan atasına sövmekten vazgeçecektir.
geçmişinden utanan, polemik unsurunu hayatının vazgeçilmezleri arasına sokan, istese de istemese de eğer azınlık kökenli değilse basbayağı osmanlı'nın torunu olan kaos tiryakilerine önemle duyurulur.
zorunlu edit: bu entry ne birinci entrye cevap niteliğindedir, ne de aşağısında yazılabileceklere kaynak niteliğindedir. şahsi fikirdir. alıntı falan değil ciddi ciddi yorumdur.
osmanlı sülalesine bir de 40 sene boyunca ölüm korkusuyla zindanda yaşayıp sonra tahta oturan yarım akıllılarla, afrika'dan getirilip hadım edildikten sonra imparatorluk yönetimine karışan zencileri, ukrayna veya moldova asıllı kadınları, yemek yedikten sonra tekrar muhteşem yemeklerinden yiyebilmek için kusanları, üsküdar' daki yüzlerce bekar evinde vebadan ölüp odalarında kokuşmuş insanlarını unutanları ve daha nicelerini ekleyebiliriz.
Şüphesiz cıvaoglu kaygan olabilir veya olmayabilir. Ancak burada verilen bir alıntıdır. Yorum değildir. Ayrıca bir insanın, özellikle hanedan soyundan gelen birinin dedesinin ve akrabalarının hayatını bilmesi kadar doğal bir şey yoktur.
Özellikle osmanlı tarihini malkoçoğlu filmleri gibi zannedenlere ve kılıçla zaptedilen karamanoğlu, menteşoğlu, dulkadiroğlu ve diğer beyliklerden gelip de dedesini padişah zannedenlere duyurulur.
bir avşar türkü olarak soyundan geldiğim boyun bugüne kadar hiç bir anadolu topluluğunun yaptığı gibi anadolu'da siyasi birliği sağlayan devlete boyun eğmemiş olduğunu bilmeme rağmen atalarımın kayı boyundan olmamasına rağmen osmanlıyı dedem falan da zannetmememe rağmen vazgeçmediğim tarihimdir. hun da benim, göktürk de benim, selçuklu da benim, osmanlı da benim, kıbrıs da benim. tarihim iyisiyle kötüsüyle şerefiyle benim şerefim.
kılıçtan geçenler varmış, geçecek o kılıçtan benim dedem gibi, kelleleri vurulan 80 lik ihtiyarlardan, rahminde el bombası patlatılan bacılardan, erkeklik organları karısının gözü önünde kesilen erkeklerden, çırıl çıplak soyularak üzerlerine yağ dökülerek ateşe verilen yiğitlerden, makamında kafasına kalaşnikoflarla mermi boşaltılanlardan bahsederken ortalıkta görünmeyip de, abdülhamit'ten klavyenin ve internetin verdiği özgürlükle dem vururken zerre kadar huylanmamak, kişinin ataları kimdir sorusunu akla getirir. leyleklerin bir eylemi midir?
ertuğrul osman osmanoğlu, ıı.abdülmahit'in torunu olan şehzade mehmet burhan efendi'nin oğludur. viyana'da tahsil görmüştür. 1933 yılında abd'ye göç etmiştir. babasının vefatının ardından kanada'da bir madencilik şirketi kurmuştur. türkçe, ingilizce, almanca, fransızca'yı konuşurmuş. bunların yanında italyanca ve ispanyolca'yı da anlarmış.
24 eylül 2009'da vefat eden son türkiye doğumlu osmanlı hanedanı kanını taşıyan şehzade.
Allah (c.c) gani gani rahmet eylesin. yıllarca sürgün hayatı yaşamış bir hayat. üzücü olan asıl nedir?
yıllarca bu vatana sahiplik yapmış bir devletin günümüzdeki büyüğü vefat ettiği takdirde bir münevver karabulut kadar ses getirmiyor. çoğu kişi şimdi bilmiyordur eminim. bir aktris veya şarkıcı öldüğünde günlerce nasıl konuşulduğu ortada. işte üzücü olan bu.
toprağın bol mekanın cennet olsun şehzade ertuğrul osman.
Allah rahmet eylesin. mekanı cennet olsun. bak nasıl düğümlendi kelimeler yine. koskoca bir çınarın son yaprağı da toprağa düştü. neyseki o çınarın kökleri öyle bir kazındı ki bu topraklara, kalplerimize; sizi her zaman sevgi ve saygıyla yad edeceğiz. Türk ve islam dünyasına yapmış olduğunuz hizmetler için size minnettarız osmanoğulları.
10 yaşında ayrılmak zorunda kaldığı ülkesinin dilini o yıllardan kalma bir zarafetle, tane tane konuşmakla kalmayıp 6 yabancı dile hakim beyefendi. Mirasını yaşlı omuzlarında alçakgönüllü bir vakarla taşıyordu.
Osmanlı devam etseydi 2. ertuğrul veya 4. osman olarak tahta çıkabilirmiş. Murat Bardakçı New York'ta yaptığı ropörtajında neden diye sorduğunda; Kurucu değil Kurucu Babası olsa da, Ertuğrul Gazi varken yakışık almayacağını söylemiş.
"Büyük adamların davranışlarının etkisi büyük oluyor" dedi, "Büyükbabam da hatalar yapmıştır..."
Belki de olayları yaşandığı zaman çerçevesinde değerlendirebilmek soydan gelen bir özellik.
soyadi kanunudan sonra unvan sifatlari kalktigi icin, kendisine ertugrul osman osmanoglu denilmesi gereken sahis. gerci bazilarina hala bir efendi lazim, kolelikten cikamadilar.
ölümü haberlerde hüzünlü müzikle dramatize edilen bu toprakların eski sahibinin torunu. adamları itin götüne soktunuz, şimdi de son osmalı beyefendisi diye sahip çıkın biz de götümüzle gülelim. ben mağduriyetne inanıyorum, yani bu adam kalksa dese anlatsa insan üzülür lan, bir imparatorluk ama hespi puff oldu gitti.
ama kalkıp son osmanlımız, şehzademiz diye peşinden üzülse yapıştıracaksın tokadı, senin deniz bakışlı altın sarısı saçlı adamın, son şehzadenin dedesinden almadı mı bu toprakları hangi tarafı tutacaksın karar ver.
hem bir de üzülecek ne var arkasında, adam sonuçta yine bir şehzade gibi yaşadı, en azından kısmen, gençliğinde eminim böyle kız da tavlamıştır.
(bkz: buralar zamanında hep bizimmiş)
ertuğrul gazi, osman gazi gibi yüce ve şanlı bir soyun son yaprağıydı ertuğrul osman osmanoğlu.
bir zamanlar, dünyayı titretmiş bir devletin, son temsilcisi olacaktı eğer osmanlı devleti yıkılmamış olsa idi.
devletimizin en büyük ayıplarından biriydi bu yüce insana, türk pasaportunu vermemek. allah'tan o hayattayken dönebildik bu yanlışımızdan. bu millete çok büyük bir geçmiş bırakan o geçmişin, son temsilcisiydin sen.
ruhun şad olsun son osmanlı...
edit: son osmanlı'dan kasıt, abdülhamit'in torunu olan bu zat ı muhterem, osmanlı devletini görme şerefine nail olan son osmanoğlu'dur.
son osmanlı değildir. allah rahmet eylesin. her ne kadar kendi atalarına hakaret etmekten zevk alan soysuzlar da olsa, biz içimizde o cihangirlik ruhunu yaşattığımız sürece son osmanlı olmayacaktır.
(#6150378) cennet mekan ulu hakan abdulhamit han ın torunu, sarayda dogmuş son şehzadedir, osmanlı hanedanı kalan 24 şehzade ile bitmemiştir elbette, sarayda dogan son şehzade, cennetmekan ulu hakaı görmüş son gözlerde kapanmıştır, çok acıdır, elem ve ızdırap vericidir, bizlerin müze diye gezdigi saraylar, bu sarayda dogmuş, 13 yaşında ülkesinden sürülmüş, 70 yıl hiç bir ülkenin kimligini kabul etmeyerek, kimliksiz yaşamış koca çınarın, otobüs şöförlügü ile bilmem ne işlerde geçiminin peşine düşmüş ama, dedesinin babasının malı sarayların peşine düşmemişlerdir, chp liler kudursada, o dedesi ve bizimde ulu hakanımız cennet mekan abdulhamit han ın yanıbaşına koynuna defnedilmiştir.
not: hayatta olan 24 şehzade oldugunu, murat bardakçı söylemiştir.
18 Ağustos 1912, Nişantaşı ,istanbul doğumlu. 1994-2009 yılları arasında Osmanlı Hanedanının hanedan reisiydi. Hanedanın Osmanlı Devletinin yıkılmasından önce doğmuş son erkek üyesiydi. Yaşamının büyük bir bölümünü Türkiye dışında sürgünde geçirdi, af sayesinde Türkiye'ye geldi ve 23 Eylül 2009 istanbul'da öldü. Ertuğrul Osman Osmanoğlu, dedesi II. Abdülhamit'in mezarının da bulunduğu Çemberlitaş'taki Sultan II. Mahmut Türbesi Haziresi'nde toprağa verildi.
--alıntı--
Hep renkli, çok güzel arkadaşlarım oldu benim. Onlardan çok şey kazandım. Aklen ve kalben.
Bir gün, o pek sevgili arkadaşlarımızla, yayınevindeki odamda sohbet ederken biri bir şey anlattı. inanamadım.
Arkadaşım ve bir dostu -ki onu da tanırım-, o günlerde hayli konuşulmakta olan, başarılı bir siyasinin evine, eşi tarafından çaya davet ediliyorlar. Arkadaşımın dostu o günlerde ciddi bir hastalıkla boğuşuyor, tedavi görüyordu. Gördüğü tedavilerden dolayı bedeni ödem yapmış, şişman olmadığı halde şiş, topluca bir haldeydi.
Ne ise, gidiyorlar eve. Ev, belli ki danışmanlar tarafından döşenmiş diyor arkadaşım. Her şey ölçülü ve yerinde. Ama hiçbir eşya da yaşamıyor. Birbiriyle aynı anda, aynı alışveriş sırasında alındıkları çok belli. Eşyalar birbiriyle konuşmuyor, aralarında hissi bir alaka kurulamıyor.
Halılar bilmem ne marka imiş, söylemişti ama, ben aklımda tutamadım. Alaka meselesi. Bu ev sahibesi hanımefendiyi ben de tanırım. Nezaket, üslup, diksiyon dersleri aldığından da haberdarım. iki arkadaşımı pek hoş bir biçimde karşılıyor. Az hoşbeşten sonra, çay faslına geçiliyor. Çaylar ve pasta geliyor. iki arkadaşımdan hasta olanı, tam çatalındaki pastayı ağzına götürecekken, ev sahibesi hanım ne desin, aman efendim, bazı hanımlar hem şişmanlarlar, hem de hapur hupur yerler. Benim ödüm kopuyor. Bakın öyle kremalı şeyleri ben ağzıma sürmem. iki genç hanımefendi bakışıyorlar, sesleri çıkmıyor. Pastayı yese mi daha zor, bıraksa mı saygısızlık bilemiyor kilolu olan arkadaşımız. Bu anıyı hiç unutmadım, hele üzerine ben bir şehzadenin evine misafir olunca.
Zannederim yağmurlu bir istanbul günüydü. Harbiye den Nişantaşı'na taksi bulmak için uğraşmış, zor da olsa randevu saatinden beş dakika sonra orada olabilmiştik. Gittiğimiz ev, geçtiğimiz gün rahmetli olmuş Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'ye aitti. Ben henüz Abdülhamid ile alakalı olan kitabımı yazmamış, araştırma aşamasındaydım. Bu tanışma takdir edersiniz ki benim için çok değerliydi. Biz üç kişi ile, içeride bizden evvel gelmiş olan bir de kameraman vardı. Kendileriyle kısa bir sohbet, söyleşi yapmaktı amacımız. Osman Ertuğrul Efendi, eşi Afganlı Prenses Zeynep Osman, Sultan II. Abdülhamid Hanın bir diğer torunu Harun Osmanoğlu da var idi.
Oturduk, sohbet ettik. Kendileri mevcut sistem, sürgün, yaşananlar hakkında konuşmaktan imtina ediyorlar, aileye dair farklı meseleleri konuşuyorlardı. Söz memleketlerimize geldiğinde, pek üzüldüğüm bir şey söyledi şehzade, Efese gelmişler, fakat müzeyi gezememişler. Müsaade edilmemiş. Kapanıştan birkaç dakika sonra ulaşabilmişler Selçuk müzesine. Nasip diyor, üzülüyordu. Ben de üzüldüm.
O günle ilgili anlatacaklarım, heyecanım, mutluluğum ve hepsi Bunlar pek çok olsa da, benim burada aktarmak istediğim başka bir bahis.
Sohbetin başlarındaydık ki, evin pek incelikli erkek hizmetlisi çaylarımızı ve pastalarımızı getirdi. Beyaz, kanaviçe işli peçeteler vardı, unutmuyorum. Karanfil motifli. Büyücek salonun en ucunda kablolarla boğuşmakta olan kameraman arkadaşımıza da pasta ve çay gitti. Bizler yemeye başlamıştık ki, kameramanın hala kablolarla meşgul olduğunu gören şehzade seslendi, Efendim, yiyiniz! kameraman baktı, sağolun, ben çalışıyorum şu an. Önemli değil dedi. Şehzade başını dikleştirdi ve sert ama hoş bir sesle bir daha, "Evvela ikram edileni yiyiniz, sonra devam ediniz. Lütfen!" dedi.
O günden aklımda en çok bu kaldı.
Yazlığının bahçesine havuz yaptırırken mangal yapan, işçiye vereceği bir lokma yemeği gereksiz sayan yeni bir toplum olduk. Evine davet ettiği konuklarına pasta kilo yapar diyerek ikram eden, üzerine nezaket dersi alanlardan oluşan yeni bir toplum.
Bir şehzadeye salonun en ucunda, çalışmakta olan birinin yemediği pastayı işaret eden şey, ondaki içe işlemiş nezaket duygusu, beni bugünlerde incelikleri çalışmaya teşvik eden asıl sebeptir.
incelikler, gelenekle besleniyorlar. Bir görme, bir hale dönüşme, bir içe işleme meselesi.
Ne alınacak dersler, ne şu, ne bu.
Ne diyordum,
Ben bir şehzade tanıdım.
--alıntı--
Soğuk bir mart gecesi... Çatalca istasyonu'nun ölgün ışıkları üşüyor. Yolcular üşüyor...Çatalca Ovası'nın ayazında cebri bir yürüyüşle çamurlara bata çıka istasyona getirilen kadın sultanlar üşüyor.
Bütün bir Anadolu üşüyor...
Son Osmanlı Hanedanı, kadınıyla erkeğiyle, kundaktaki çocuğuna kadar istasyonda bekleşiyor...
Çamaşırlarını bile alma fırsatı bulamadan Yıldız Sarayı'ndan yola çıkarılan kadın sultanlar, şehzadeler bir daha belki de hiç göremeyecekleri vatan topraklarına göz pınarlarında ne var ne yoksa boşaltıyorlar.
Hanedan ağlıyor...
Bembeyaz sakalı soğuktan titreyen, son halife ağlıyor...
Yüz yıllar boyunca her dilden, her dinden, her ırktan insanı birlikte huzur içinde yaşatmış olan Devlet-i Aliye'nin son aile fertleri, kendilerini sürgüne götürecek treni bekliyor.
Anadolu'da ışıyan güneş onları ısıtmıyor.
Soğuk bir mart gecesi...
Çatalca istasyonun ölgün ışıkları üşüyor...
Farlarının ışığı karanlığı delerek gelen tren üşüyor.
Hanedan mensupları, silahlı askerlerin arasında birer ikişer bindiriliyor, trene.
Yolcular, başlarını camlardan uzatarak, Osman Oğulları'nın bu en hüzünlü sahnesini seyrediyorlar.
istanbul Valisi Haydar Bey, trenin kapısında Son Halife'ye şişkince bir zarf verir. Pasaportlar vardır içinde, bir miktar da para.
Son halifenin vatan topraklarındaki son sözleri:
''Nereye gönderiliyoruz?''
''Nereye isterseniz''
''Bu teren nereye kadar gidecek?''
''Ona da siz karar vereceksiniz''
Her şey çok açıktır;
''Vatan topraklarını terk edin de nereye isterseniz oraya gidiniz.''
Soğuk bir mart gecesi...
Çatalca istasyonun ölgün ışıkları üşüyor...
Acı bir ıslık eşliğinde oflaya puflaya dönmeye başlıyor, yorgun trenin tekerlekleri.
Gecenin bağrında siyah dumanlarını savurarak, sürgün diyarlara doğru süzülüyor, tren.
Sarayın kadın sultanları, çocukları, sanki trende değil de buzların üstünde Istranca'nın soğuğuna karşı yürüyormuş gibi, üşüyorlar, titriyorlar.
Yıldız Sarayı'nı hatırlatmamak için olmalı ki gökteki yıldızlar da görünmüyordu.
Zaferden zafere koşan orduların uğurlandığı, karşılandığı Yıldız Sarayı'nda geçen güzel günler geride kalmıştır.
Aşklar, şarkılar, sohbetlerle bezeli güzel geceler son bulmuştur.
Tren, gecenin bağrında Balkanlara doğru başını almış gidiyor, giderken;
altı yüz yıl insanlık ufkunu aydınlatan insanları bir meçhule, bir karanlığa doğru alıp götürüyor.
Nereye gidiyorlar? Kimse bilmiyor.
Bilinen bir şey vardı ki o günlerde; Barbarosların, Hızır Reislerin denizlerinde gemiler, Murat Hüdavendigarların, Yıldırımların Balkanlarında trenler, son Osmanlıları sürgünlere götürüyordu.
Akıncıların, Anadolu ile Balkanlar arasında mekik dokuduğu günler geride kalmıştır.
Çatalca'dan kalkan tren, dumanlarını gökyüzüne savurarak, bağrında bahar barındırmayan bir kışa doğru koşmaktadır.
Hanedan erkeklerinin çoğu askerdir.
içlerinde tabip generaller, amiraller, albaylar vardır. Hanedanın ''Osmanları'' bu kara sabahın rüyasını da görmüş müydü?
Sefaletin, yokluğun, acıların kucağına doğru alıp götüren bu tren o koca çınarın hangi kökünde saklanmıştı asırlarca.
Kara tren; yalnızlığa, yoksulluğa,
insan yüreğini titretecek bir akıbete doğru:
Şehzadelerin, evine ekmek götürebilmek için taksi şoförlüğü,, kadın sultanların, onu bunun evinde temizlik yapmaya razı olduğu, ufku olmayan gurbetlere doğru akıyor, akıyordu.Sürgün yollarında kimler yoktu ki...
Yad ellerde, ''Hiçbir yer, istanbul'un güzel ve güneşli tepelerine benzemiyor'' diyerek ölen, cenazesi, Fransa'da bir caminin avlusunda tam on yıl, vatan toprağına gömülmek için bekledikten sonra, bir yay gibi kıvrılıp Medine'ye ilk halifenin yanına uzanıveren son halife Abdülmecit Efendiler...
Gurbet ellerde yıkayacak hiçbir Müslüman bulunmadığı için hasta ve sakat kızı Neriman Sultan tarafından yıkanıp kefenlenerek, bir Hristiyan mezarlığına gömülen Şehzade Mahmut Şevket Efendiler...
Bastonuna dayanarak her gün işe gidip gelirken, bir gün ameliyatta yanlışlıkla dili kesilen ve dilsiz kalmasına rağmen yine de o haliyle, babasıyla gelen insanların Türkiye'den olduklarını anlayınca;
'' Ne olur, beni bu halimle bırakın da babamı vatanına götürün, bu adam yanıp tutuşuyor, eğer bana bir iyilik yapmak istiyorsanız onu vatanına götürün '' diye yalvaran Neriman Sultanlar...
Nice'de vefat etmeden önce;
''Bir gün müsait olursa beni vatanıma götürün'' dediği için, bir kilisede cesedi tam 30 yıl bekletildikten sonra, kilise görevlileri tarafından bir Hristiyan mezarlığına gömülen Sultan Abdülhamit'in kızı Gazi Osman Paşa'nın gelini Zekiye Sultanlar da vardır...
Sefaletten intihar edenler, belediye izin vermediği için cesedi Manş Denizi'ne atılanlar da vardır...
Mısır bir Müslüman toprağı olmasına rağmen; Türkiye'de işbaşına gelen her iktidara mektup yazarak, her türlü siyasi haktan mahrum olarak ülkesinde yaşama izni verilmesini talep eden, Boğaziçin'de kendi halinde balıkçılık yapmaya bile razı olduğunu her vesileyle söyleyen, yıllarca hiçbir cevap alamayınca da, Osman Yüksel Serdengeçti'ye'' Hiç değilse bir zarfın içine bir avuç vatan toprağı koyarak gönderin de bari kabrime koyayım'' diyerek, gurbet ellerde ''ah vatan, ah vatan'' diyerek ölen beyefendi Şehzademiz Ömer Efendiler de vardır.
italya kralı Emanuel'in;
''Ülkemin muhtelif yerlerinde saraylarım vardır, zat-ı alileri nerede oturmak istiyorlarsa, oturabilirler'' demesine rağmen, ''islam'ın Halifesi bunu kabul edemez'' diyerek, San Remo'da sefalet içinde ölen, bakkallara olan mutfak borcundan dolayı, tabutunun üzerine; ''bu tabut hacizlidir, borçlar ödenmeden kaldırılamaz'' yazısından dolayı damadı Ömer Faruk Efendi tarafından mutfak kapısından kaçırılan Osmanlının son sultanı Vahdettin Hanlar...
Düşünüyorum da; Kanuni Sultan Süleyman, Zigetvar Kalesini fethettikten sonra hayata gözlerini yummuştu da; Sokullu, yaşanacak teessürden disiplin bozulur diyerek, bu güneş padişahının ölümünü askerden saklamıştı. Mesele, Edirne'ye gelindiğinde anlaşılınca, ordudan gümbür gümbür tekbir sesleri yükselmeye başlamıştı.
Son sultanın cenazesi ise San Remo sokaklarında hacizcilerden kaçırılmıştır.
Soğuk bir mart gecesi Çatalca'dan kalkan trende, acı kaderlerine koşan, her gelen günleri bir öncekinden daha beter olan, yad ellerde birer ikişer yitip giden son Osmanlılar vardır.
Cihanın toraklarını milletinin ayakları altına seren insanlardan bir karış toprak esirgenmiş, bunca cefa reva görülmüştür..
Son yolculuklarında, ne onları omuzlarında taşıyan Müslümanlar, ne tekbir sesleri, ne tabutun üzerine örtülü bir bayrak vardır.
***
Soğuk bir mart gecesi...
Yıldız Sarayı'nı hatırlatmamak için, gökte yıldızlar bile saklanmıştır.
Çatalca istasyonunda ışıklar üşümektedir.
Halıdan başka bir şeye basmayan kadın sultanlar üşümektedir.
yukarıda bahsi geçen sürgün trennine binenler arasında olan, geçenlerde kaybettiğimiz son osmanlı evladı. 6 asırlık bir devrin temsili noktasıydı. mekânı cennet olsun.