a dramatic turn of events

entry10 galeri4
    1.
  1. saçma sapan şarkılardan oluşacağı aşikar olan albüm. internetten beleşe indirmeye bile değmez. tam bir vakit kaybı.
    0 ...
  2. 2.
  3. john myung ve james labrie'nin de şarkı sözü yazmış olduğu albümdür. böyle bir albüm liriksel olarak kötü olamaz.

    the shaman's trance ben bir enstrümantel şarkıyım diye bağırmakta. *
    0 ...
  4. 3.
  5. ilham kaynağının Mike Portnoy olduğunu söyleyebileceğimiz albüm. Son 8 ayı çok çalkantılı geçiren grup elemanları, şarkılarında bu 8 aylık süreçten bolca malzeme kullanacaklardır. Pordüktörlüğünü John Petrucci tek başına üstlenmiştir. Bu yetenek fışkıran adamlardan kötü bir albüm çıkacağını düşünemesem de, müzik piyasası bu belli olmaz demekten kendimi alamıyorum. Black clouds & silver linings albümü 6 şarkıdan oluşmaktaydı ve 75dk uzunluğundaydı. Bu albümde 9 şarkı olacak, 90dk lık bir ziyafet bizi bekliyor olabilir. Heyecanla beklemekteyiz. *
    Dipnot: Aynı zamanda Kapak tasarımı da heyecanla beklenmekte olan albümdür.

    gelecekten gelen edit: albümün uzunluğu 77 dakika. yine de fena değil.
    0 ...
  6. 4.
  7. eğer albüm kapağı doğruysa , şahsi kanaatim en iyi albüm kapağıdır dt'nin.
    0 ...
  8. 5.
  9. 1 single ve yayınlanan 4 şarkı kesidiyle söylenebilecek 2 şey var; birincisi, jordan rudess albüme ağırlığını koymuş. ikincisi ise james labrie'nin sesinin gitmeyeceği sertlikle şarkılardan kaçınmışlar. Tabi ki bunları 1 dakikalık kesitlere göre söylemekte olduğumu unutmamak gerek. Şarkıların geri kalan kısımlarında bizi hangi sürprizler bekliyor merak etmekteyiz.
    1 ...
  10. 6.
  11. Alışılması kolay olmayan şarkılara imza atılan bir albüm olmuş. Aslında iyice dinlenmeden yorum yapmamak gerek.
    0 ...
  12. 7.
  13. Dream Theater'ın 11. stüdyo albümü. Hakkında elimden geldiğince uzatmadan, yüzeysel, bilgi vermek amaçlı bir giride bulunacağım. Davulların klavye ile rol değiştirdiği bu albümde farklı melodiler denemişler fakat bunu yaparken dinlediğinizde yine "dream theater" olduğunu hissettirecek şekilde. Portnoy'un ayrılışıyla birlikte Jordan Rudess kendini her zamankinden fazla ön plana çıkarma fırsatını buldu ve bunu iyi bir şekilde değerlendirmiş. Albümde Klavyesinin yanında morphwizi ile de ufak sürprizler yapıyor bizlere. Her şeyi eleştiren yılların eleştirmeni bazı dinleyici kardeşlerimizin dediği gibi "albümü sik..."memiş. Aksine şarkılara hoş bir senfonik hava katmış. John Petrucci'ye artık söyleyecek söz bulamıyorum. Her grup onun gibi birinin kendi grubunda olmasını ister. Baş kahraman her zamanki gibi JP olmuş. Belli aralıklara karşımıza çıkan doğu ezgili JP kolajından bu albümde de görüyoruz. Melodik olarak doyuma ulaşacağımız bu albümde şarkı sözleri 90'lardaki albümlerin derinliğine ulaşamasa da black clouds and silver linings'teki kadar basite kaçılmış da değil. Nedense Petrucci bir önceki albümde söz yazımında yalın bir dil kullanmıştı. John Myung'ın Petrucci'yle ortak yapımı Breaking All Illusions albümde bizi eski zamanlara götüren bir parça. John Myung'ın nadir yaptığı hem söz hem şarkı yazımı hususunda yine hayal kırıklığına uğramıyoruz. James Labrie için bu albümün kayıtlarının hiç zor geçmemiş olması gerek. Zira 2 şarkı dışında sesini zorladığını hiç görmedim. Bunlardan bir tanesi Dream Theater'ın bu albümdeki farklı deneyimlerinden biri olan Build Me Up, Break Me Down daki çığlıkları ve Bridges In The Sky daki vokali. Kendisinin röportajlarda verdiği demeçlerden diğer grup elemanları gibi albümden ne kadar memnun olduğunu biliyoruz. Bu adamlardan artık eski albümlerinin tadında albüm yapmasını beklemek hayalcilik olur, yeni müziklerini eskilerden kareler sunarak üretmeye devam edecekler ve bu işi iyi yapıyorlar. Uzun lafın kısası, abilerimiz işi yine kotarmışlar. Hepimize afiyet olsun.
    3 ...
  14. 8.
  15. albümü çıkış tarihinden önce dinlememe totemimi kırmayıp şu an, şu saniye bitirmiş olduğum dream theater albümüdür. şarkı şarkı açıklamasını yapmayı aklımdan geçirmekle birlikte açıklanmışı varken laf kalabalığı yapmayıp hemen albüme genel bakış bölümüne geçeceğim:

    dream theater'ın kötü birşey yapmasını hiçbirimiz bekleyemezdik ve yine yapabileceklerinin en iyisini yaptılar. fakat ilham da sonsuz birşey değil, bir yerden sonra tıkanıklık yaşanmak zorunda bu adamlardan tutup ta bir a change of seasons bekleyemeyiz. lakin outcry gibi the ytse jam efsanesine kafa tutacak bir şarkı * yapılmış, tebrik edilesi.

    artık petrucci ve myung eleştirilemez mükemmellikte sanatçılar haline geldikleri için onlara mükemmeller demekle yetiniyorum fakat tabiki de onlar için yetersiz. eleştirme hakkını kendimde bulduğum * abiler olan rudess, labrie ve mangini' ye gelirsek,
    rudess: albümde ciddi ciddi parlıyor. değeri anlaşılası. far from heavenda harika iş çıkarmış bir wait for sleep olmasa da efsaneleşebilecek bir şarkı yaratmış. beneath the surfacete kurcalandığı gözümüzden kaçmadı.
    mangini: adam portnoyun yerini tutmuş. fakat bundan fazlası değil, portnoyun gruba katkılarını hepimiz biliyoruz mangini gibi sen yenisin galiba üyesine portnoydan iyi iş çıkarmış demek ayptır. bridges in the sky, lost not forgotten parladığı şarkılar. özellikle lost not forgottenda on the backs of angelsdaki zillere dokunmayan manginin gidip yerine yenisinin geldiğini düşündük.
    labrie: on the backs of angelsta bizi çok korkuttun allah canını almasın vokalistidir. albümün genelinde singledan oldukça farklı vokal performansı var. en iyisi olmasa da oldukça iyi, seviyoruz. albümün en iyi vokalini braeking all illusionsda görüyoruz.

    this is the life repentance a benzetildi, breaking all illusions ilk 15 saniye the count of tuscany gibi bir efsane mi geliyor dedirtti, bridges in the skydaki ruhani hava ve petrucci performansı çok sevildi, beneath the surface wither ile bir tutuldu, opethin heritageinden daha güzel olma ihtimalini düşündürdü *, build me up break me down göz yaşarttı..

    aşağı yukarı böyle şeyler hissettirdi a dramatic turn of events heyecanla dinlenince. albümdeki dream theater ruhu grubun ilk albümünden farklı değil. şarkılarda bu ruh oldukça biz bu grubu hep seveceğiz. albüm ilk dinleyişte kendini sevdirdi, bakalım tekrar dinlediğimizde neler hissedeceğiz.
    2 ...
  16. 9.
  17. çoğu kişinin aksine son albümlerini * beğenen biri olarak bunuda baya beğendim. özellikle build me up, break me down parçasına dikkat derim.
    0 ...
  18. 10.
  19. şimdi efendim şöyle bir başlayalım.

    uzun yıllar sonra, evet resmen uzun yıllar sonra ilk kez bir dream theater albümünü dinlerken heyecan hissediyorum. uzun yıllar dediğim 2002 yılından beri yani, six degrees of inner turbulence zamanından beri. bir o zaman tüm şarkıları es geçmeden, pür dikkat dinliyordum. bir de şimdi.

    ondan sonraki albümlerde suçu hep jordan rudess'e ve mike portnoy - john petrucci ikilisine attım. neden?

    1- jordan rudess dt'ye girmeden önce metal müzik ile alakası olmayan bir müzisyendi. kabul, scenes from a memory performansı takdire şayan. fakat bu da onun gruba yeni giren bir eleman olmasından kaynaklandığı için limitinin sınırlı kalmasına ve daha çok piyano kullanmasına bağlıyordum. adam sonradan iyice sapıttı. ciyuvv ciyuvv sololar, gereksiz klavye pasajları, hatta çoğu şarkıda gitarın önüne geçen bir durum söz konusuydu. şu an bile hala jordan rudess'i kesinlikle sevmiyorum. harika bir müzisyen ama asla bir prograsif müzisyeni değil.

    2-artık mike portnoy - john petrucci ikilisinin albümlerin tüm prodüktörlük işlerini yönetmesi işleri tamamiyle rutine bağlamıştı. portnoy'un bitmek bilmeyen thrash metal sevdası, davullarını teknikten çok, vurguya dikkat etmesi, pasajlarını sert yazması. bununla beraber petrucci'nin yine thrash etkisiyle sololarını sertleştirmesi ve her yere distortion dayaması sonraki albümler için hep bir dezavantaj olmuştu. artık bir şekilde bu prodüktör ilişkisi yıkılmalı, dışarıdan prodüktör alınmalıydı. ve gerek kalmadı, mike portnoy gruptan çıkarak bu ikili rutini kendisi bozdu ve işte tam da bu sebepten işler olumlu olarak dönüş yaptı.

    A dramatic turn of events yukarıda saydığım özellikler sebebiyle başarıyı yakalamıştır gözümde. albümde bir denge söz konusu ve her müzisyenin katkısını açıkça görebiliyoruz. peki bunlar nedir?

    1- en önemli şey kesinlikle vokaller. bu albümün tüm vokal melodileri (beneath the surface hariç) james labrie kontrolünde yazılmıştır. adam zaten vokal virtüözü ve mike portnoy'un senelerdir usta bir vokali kendi egosu altında ezmesi kadar saçma bir olay yoktu. tenor bir vokali yıllardır james hetfield olarak dinlemek zorunda kalmıştık. bu albüm vokal bazından oldukça özgün ve eski vokal melodilerine göz kırpan yapıda. james labrie kendi sınırlarını kendi ölçüsünde aşmı. 2 kez sesini kaybetmeyle karşı karşıya gelen 48 yaşındaki bir vokale göre harika işler çıkarmıştır. özgünlük ise, james labrie'nin tüm albüm kayıtlarını kanada'da kendi stüdyosunda yapmasıdır.

    2- sonunda john myung bir şarkı sözü ile aramızdadır. ve yine harikalar yaratmış, şiirsel anlatımıyla bizi etkilemiştir. şarkı yazmasının ötesinde sonunda mikslerde duyulabilen bir john myung karşımızdadır. şarkılarda daha belirgin baslar, komplike pasajlar hakimdir. bariz bir şekilde bas duyabilirsiniz albümde.

    3- jonh petrucci, portnoy gidişiyle thrash sololar sevdasından vazgeçip, klasiklemiş sounduna geri dönmüştür. en sevindirici olan ise sololarının daha lezzetli, daha kulağa hitap edilebilir olması. bundan önceki soloları teknik bakımından üstün olsa da ruh yok klişesine uyan denemelerdi. artık olması gerektiği gibi çalmış, her aradan bastırmamış distortionu.

    4-jordan rudess ise çok şükür piyanosunun başına geçmiş, en azından scenes from a memory havasına yaklaştırmış albümü. rudess'in pasajları asla mistik bir havaya sahip olmadı. tek denilebilecek şey hepsinin teknik bakımdan üstün olduğuydu. hiç değilse bu albümde piyanosuna dokunduğu için teşekkürü hak ediyor.

    mike mangini için bu anlamda bir değerlendirme yapmak yanlış olabilir. keza albümün tüm davulları john petrucci tarafından yazıldı, mangini ise sadece çaldı. teknik anlamda albümü hiçbir katkısı olmadı. fakat elbette ne olursa olsun harika bir müzisyen olduğunu kanıtlayıp, tüm elemanlarla ahenk içinde bir iş ortaya koymuştur. sanırım bir sonraki albüm mangini için parlama noktası olacak.

    albüme gelecek olursak şöyle bir değerlendirme yapalım o vakit.

    on the backs of angels: albümün çıkış tarihinden çok önceleri duyduk ve bu bile en azından beni heyecanlandırmaya yetti. evet, eski dream theater sanırım geliyor gibi bir cümle kurmuştum zamanında. şarkının şöyle bir manidarlığı vardı. daha sonraları internette bile çoğu dinleyici tarafından farkedilmiş. ben de birkaç dinleyişte bu şarkıyı "yapısal" olarak tamamen pull me under şarkısına benzettim. aynı yapı üzerine kurulmuş tamamen farklı melodiler. hoş bir sürprizdi benim açımdan. şarkıyı albüm çıkmadan tek başına bir single olarak değerlendirdiğiniz de bile daha önceki çalışmalardan kat ve kat iyi, en azından tamamen prograsif müziğe yakışan bir parça olduğu anlaşılıyordu. constant motion ve a rite of passage facialarından sonra ilaç gibi gelen bir çalışma olmuştur. albümün tamamına bakınca bu kadar iyi olan şarkının albümün en az favorilerinden biri olması da ayrı bir sürprizdi. kendisi iyinin kötü konumua düşse bile gözümde kesinlikle son yıllardaki en iyi single çalışmasıydı.

    build me up break me down: sanırım albümün en kötüsü. şarkının tek iyi tarafı james labrie'nin çığlıkları ve son köprüdeki john petrucci solosu. yoksa nereden tutarsan tut asla bir dream theater parçası değil. radyo dostu bir şarkı yapmak istemişler ama maalesef çizgilerinden oldukça kaymışlar. yani öyle bir albüm içinde sırıtması bile ayrı bir soğukluk sebebi. itiraf etmeliyim ki dream theater tarihinde single bazında en iyi ve akılda kalıcı nakaratlara sahip, bunun da sebebini kesinlikle james labrie'nin vokal melodilerine bağlıyorum.

    this is the life: albümde karşımıza çıkan ilk ballad. hafiften bir another day havası estirmiyor değil, bunun yanında opeth-vari bir sound hakim diye düşünüyorum, özellikle köprülerdeki jordan rudess klavyeleri. anlık, kısa fakat duygulu bir john petrucci solosu kulakların pasını silerken, james labrie'nin en iyi olduğu alan yani sesini balladlarda kullanması ve o sesin içinize işlemesi. adam duyguyu kesinlikle karşıya geçiriyor. normal seyirde işleyen vokaller şarkının sonunda şahlanınca insanın içi ürperiyor, kendinizi orayı söylerken bulabiliyorsunuz. balladlar konusunda hollow years ve disappear sonrası sadece wither ile tatmin olmuş olan ben kesinlikle bu balladı onların en iyi çalışması arasına koyuyorum. şarkıda tek şikayet edilebilecek nokta, son köprüde jordan rudess'in kullandığı gotik temalı sound. artık bu sesi duymaktan bıktım kendi adıma.

    lost not forgotten: albümün şahlanmaya başladığı nokta işte burasıdır. at koşuşturmasıyla başlayıp, güzel bir piyano introsuyla devam eden ve sonrasındaki köprü ile six degress of inner turbulence albümüne göz kırpan (özellikle 2.cd) bir çalışma olmuş. bununla da bitmiyor. vokal öncesi köprü öncesi bir şoka uğrayıp kendinizi under a glass moon şarkısını dinlediğiniz sanarken bulabilirsiniz. insanı bu bağlamda şoka uğratırken dumur olmanın ardı arkası kesilmiyor ve vokal melodileri giriyor ve oha diyorsunuz. belki de james labrie'nin en karanlık vokalini duyabiliyoruz. "i am not immortal" derken insan bir hoş oluyor. şarkının ilginçliği burada da bitmiyor aslında. çok değişik bir düzenlemeye sahip. şarkının 2. bölümünde vokaller 1. bölüme göre sanki "neşeli" bir havada söyleniyor. ilk bölümde agresif bir hava varken, ikinci bölüm bu yönüyle oldukça ilginç duruyor. nakaratlar ve köprüler ise aynı seyirde gidiyor. nakaratlardaki davul kullanımı ise kesinlikle takdire şayan. çok teknik bir kullanım var. uzun zamandır ilk kez davul-bas ikilisinin ahengine şahit oldum. nakarat sonunda bariz belli bir bas oyunu var. şarkının bana göre tek irrite gelen yeri nakaratlardaki vokallerin kesik olması. normalde sevdiğim bir düzenleme olsa da şarkının genel havasına yakışmadığını düşünüyorum. yine güzel bir solo var sonlarda. çok yerinde, aşırıya kaçılmamış ve yine en azından jordan rudess ile ahenk içinde atılmış sololar.

    bridges in the sky: prograsifliğin dibine vurmuş şarkı olarak nitelendiriyorum. herhalde sadece dream theater grubuna ait bir şaman "burppp" diye bir ses çıkarabilirdi. * güzel bir fikir, başta sevmesem de sonrasında gerçekten alıştığım ve harika bir atmosfer kattığını düşündüğüm bir düzenleme olmuş. fakat yine de şarkı bana göre bir eksi ile başlıyor. yine o irrite olduğum gotik jordan rudess teması. bu adam kendisini orta çağ katolik müziğine adasa eminim çok iyi işler çıkarabilir. bu saçma gotik hava tükendiğin de harika bir petrucci-mangini ikilisi ile karşılaşıyoruz. harika bir çalışma ve derinlerden gelen bas sesleri yüzümüzü güldürüyor. genel olarak hiç eski dream theater şarkılarına benzetemesem de giriş vokalleri itibariyle bir home havası vermiyor değil ama sadece o kadar. genelde özgün bir hava hakim. en güzel james labrie vokallerine sahip şarkılardan biri. giriş ve köprüler sert bir vokal içerirken, nakaratlarda tenor gırtlağına dönük söylemesi inanılmaz güzel bir detay. images and words ve awake karışımı bir vokal etkileşimi gözlenebilen şarkıda son köprüdeki harika john petrucci solosu kulağa inanılmaz özgün geliyor.

    outcry: bana kalırsa albümün kesinlikle en iyi çalışması. hem teknik hem de ruh bakımından en üst seviye. belki de son 15 yıldır yaptıkları en harika çalışma. çevreme de öve öve bitiremediğim bir şahaser. hatta öyle bir aşk ki abartabilirim bile. yine jordan rudess kardeşimizin o gotik sesleri bile beni bu şarkıdan soğutamamıştır. ahenkli olduğunu düşünüyorum. şarkıdaki agresif, mistik hava awake dönemine göz kırparken, düzenlemedeki kompleks yapısıyla images and words albümüdeki metropolis - part1 şarkısında göz kırpıyor. albümün en komplike şarkısı gözümde. düzenleme sanki üstünde aylarca çalışılmış gibi. sözler bakımından da oldukça tatmin edici olan şarkının nakaratları böyle uzun şarkılarda olabilecek, en akılda kalıcı ve anlamlı nakaratlardan birine sahip. güzel bir mesaj veriyor ve genelinde harika bir mesaj hakim. şöyle ki şarkı özellikle baş tarafları sanki james labrie'yi parlatmak için yazılmış. inanılmaz, sınırları aşan bir vokal mevcut. agresif havada söylenen temiz bir tonla harika bir iş çıkarılmış. ilk köprünün sonundaki vokal melodisinin hafifliği ve ardından gelen isyankar nakarat melodisi harika bir uyum içerisinde. şarkının uzun bir enstrümantel bölümü var. bir çırpıda bitiyor gibi gelen, teknik üstüne teknik akan bir müzikal etkinlik. müzikteki hava öyle bir değişiyor ki, bir isyankar moda, bir çaresizlik moda, bir neşeli moda girebiliyorsunuz. düzenlemesi bu yönüyle eşsiz oluyor. ayrıca dream theater yine yapmış yapacağını son nakarat sonrası gelen vokallere marş havası verilmiş ve dream theater en iyi şarkı kapanışlarından birine imza atmıştır.

    far from heaven: albümün en durgun fakat en güzel şarkılarından biri. james labrie ve jordan rudess ikilisini barındıran şarkı, sözleriyle insanı derinden etkileyen bir yapıya sahip. sade bir şarkının insanı vuran vokal melodilerine sahip olması çok az rastlanır. sanki james labrie yanı başınızda gibi şarkıyı kulağınıza fısıldıyor. şarkıda images and words albümündeki gibi wait for sleep + learning to live matematiği kullanılmış. far from heaven piyano solosunda breaking all illusions şarkısına referans eden bölümler konulmuştur. şarkı sözlerini james labrie yazmıştır ve neden daha fazla şarkı yazmıyor diye bizi hüzünlendirmiştir. dream theater tarihinde en iyi ballad şarkı sözlerine * * * sahip müzisyen kendisidir. daha fazlasını beklemekteyiz.

    breaking all illusions: tüm dream theater fanlarının merakla beklediği şeyin gerçekliği şarkı: john myung'ın tekrar şarkı sözü yazması. yine harikalar çıkartmıştır. o şiirsel anlatımı ve hikayeleri aktarımı ile güzel bir şahesere imza atan john myung kendi şarkısında da düzenleme olarak parlamış, özellikle vokaller öncesinde vurucu bas gitar oyunlarıyla mest etmiştir. şarkımız alışılagelmiş dream theater introlarından oldukça farklı olarak gitarların hakim olduğu, davulun göze çarptığı bir yapıya sahip. böylesine ritmi yüksek şarkıda yapılan vokal melodiler ise ayrı bir olay. hüzünlendiren bir hava var vokallerde, gerçi her ne kadar şarkı sözleriyle de alakalı olsa da, önce hüzünlendiren sonra da umut aşılayan bir tasarım. vokal yönünden outcry şarkısı ile birlikte en tatmin edici melodilere sahip şarkı olarak değerlendirmekteyim. özellikle nakaratlardaki serbest vokaller james labrie'nin uzun zamandır kullanmadığı bir tekniğe dayanıyor. şarkıyı dinlerken sanki iki bölümden oluşuyor gibi bir havaya sahip, ilerilerde bir kopma mevcut fakat oldukça dahiane yapıldığı da aşikardır. kapanışın son köprüsünün gitar melodisi ile açılışın klavye melodisi oldukça paralel. ayrıca iki bölümün kesiştiği nokta liriksel olarak çaresizlikten umuda açılan bir kapı olma niteliğinde. şarkının genelinde mike mangini parlama olasılığı bulmuş, ilk nakarat sonrası gelen enstrümantel bölümde dream theater prograsif düzenlemede çığır açmıştır. şarkının enstrümantel bölümünde yine 70'ler prograsif müziğine ait harika denemeler, inanılmaz özgün john petrucci'nin kendi tekniğinden esinlendiği ve geliştirdiği harika bir solo mevcut. trial of tears sonrası görülen en harika solo denebilir belki de. albümün en iyilerinden biri olmakla beraber yine bir john myung klasiğidir.

    beneath the surface: dream theater albümü bir epikle kapama rutinliğinden kurtulup, güzel ve kısa bir şarkıyla kapaması oldukça iyi olmuştur. keza bu epik ile kapama işinin bir kısır döngüye bağlaması ve albüm kapanışlarının artık sanki bir gereklilik halini alması kötü olmuştu. bunu yıktıkları için tebrik etmek lazım. ilk başlarda albüme konulması düşünülmeyen bu şarkının daha sonra özellikle james labrie'nin ısrarı ile konulması harika bir seçim. yine bir james labrie şahlanması ile karşı karşıyayız diyebiliriz. rahatlatan, derinden işleyen bir ballad vokali ile birlikte yine şarkının sonlarına doğru asileşen bir vokal ile karşı karşıyayız. yine davul barındırmayan şarkıda john petrucci'nin sonunda akustik gitarını eline alıp böyle bir iş çıkarması yıllardan beri beklenen özlemdi. şarkıyı bana göre olumsuz kılan şey ise jordan rudess'in gereksiz klavye solosu. hatta ileri gidip hayatımda duyduğum en gereksiz klavye pasajı bile diyebilirim. neyseki şarkıyı batırmadan kurtarıyorlar. alışılagelmedik bir albüm kapanışı için en iyi seçimlerden biri denebilir.

    yine genel olarak, scenes from memory heyecanına sahip, six degress of inner turbulence tekniğini barındıran, images and word ve awake albümlerinin ruhunu taşıyan harika bir albüm olmuş. son yıllarda daha çok metale kayan müziklerini toplamışlar ve prograsif sounda tekrar hakim olmuşlar. ön gördüğüm üzere mike portnoy'un gruptan ayrılışı olumlu bir etki yaratmış, tekelci müziğe dönen yapılarını artık daha dengeli konuma getirmişlerdir. albümde her müzisyen kendi enstrümanında parlamış, kimse kimseye üstünlük sağlmamış, gereksiz teknik hareketlerle artistlik yapmamışlardır. şöyle diyebilirim ki uzun bir aradan sonra kulaklığımı takıp, bugün de dream theater dinleyeyim dediğim bir albüm olmamıştı, ta ki bu albüme kadar.

    düzenleme, miksaj bakımından da son 2 albümden üst seviyede olan bu albüm, andy wallace ile çalışmanın olumlu getirisi kazanmıştır. tüm enstrüman oldukça barizdir ve hiçbiri miksajda gömülmemiştir. şarkı sözleri ise kesinlikle level atlamış durumda. belki de awake sonrası en derin liriksel albüme imza atmışlardır. müzikal açıdan harika olan ama liriksel açıdan tam bir facia olan the count of tuscany sonrası yüreklere su serpen bir gelişme olmuştur. düzenlemeler bakımından daha özgün, daha klasik ve daha prograsif olan bu albüm, başka gruplardan ilham almayıp kendilerini geliştirme yoluna gitmişlerdir. daha önceki albümlerde john petrucci soloları için şurdan, burdan etkilenmiş derken bu albüm soloları için bunu demediğimi fark ettim.

    klasik dream theater albümleri arasına kolayca koyabileceğimiz, yıllarca dinlenebilecek bir albüm yapmışlardır. teşekkür ediyoruz, bunun devamını diliyoruz.
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük