yağmurlu bir gündü. öyle ki cennetteki bütün melekler aynı anda işemeye karar vermiş zannediyordum. bütün güzelliği ile oradaydı. kaçamak göz temaslarımız yüreğimdeki benzin istasyonuna molotof kokteyli atarken, o yüce ormanlardan daha yeşil gözlerini bir bana, bir yoldan geçen araçlara çeviriyordu. asırlardır içimde biriktirdiğim sel, önündeki bendi kırmak istiyor, "tut elinden, gidin, uzaklara gidin, mutlu olun" diyordu. kendimi dizginlemekte zorlanıyordum.
çok yağmur yağıyordu. ıslanmıştı. kendisinin milyonda bir güzelliğinde olan elbiseleri ıslanmış. o küçücük valizi de öyle. o da mı istanbul'a gidiyor acaba? o, soğuktan titriyor. bense en sıcak alevden daha sıcak, en kor magmadan daha kor...
bana döndü. geliyor. biliyorum. epifani bu olsa gerek. ruhumu teslim edeceğim. en güzel duygudan daha güzel, en yüce hislerden daha yüce. çantasından telefonunu çıkarıyor. "belki birbirimizi bir daha bulamayız, telefonunu alayım" diyecek kesinlikle. evet, allahım, geliyor.
"ya bişiy sorcaammmmm, otobüsler burda mı duruyo yoksa daha ilerde mi duruyo?"
ne cevap verdim bilmiyorum. telefonunu kulağına götürüyor: "aşkitom ben gelemiyoruuumm. otobüs yok yaaaaaaa" diyor ve yürümeye başlıyor. gidiyor. ne diyordu ahmet kaya? "yüreğime basa basa, içimden yar gidiyor". ah işte aynen öyle. içimden bir yerlerden bir cam kırılması sesi geliyor.