akşamdan kalınmış uzun bir yolu anlatmak gibi aşkı tariflemek. damarında akan kanın kancık bir gülümsemeyle, kırıtarak ilerlemesi gibi. sararken tüm bedenini başka kokular ve tatları birikirken iliklerinde, hiç tanımadığın bir yerde kaybolduğunu anımsamak gibi. yatağa yattığında hiç bilmediğin yerlere ziyaretlerde bulunmak ve tanımadığın onca insana selam vermek gibi belki birazda. ilk görüşte olanı da var sonradan doğanı da. dokuz ay on gün kavramı da yok aşık olmak için, yıldırım düşmesini beklemekte. beklentisizliği yaşamak aslında tam anlamıyla. kendin paralasan da ya da bir kıyıya vursan da hep aklındaki şey kimisi için, kimisi için yaşanmış en büyük işkence aynı evin içinde.
evsiz yersiz yurtsuz ve zavallıyken bile kendinden çok başkasının ıslaklığına üzülmek ve gülümsemek kendi soytarı haline. bir palyaçoya ağlamak hatta. ve hatta kendi kendini bağışlayabilmek tüm bunlardan sonra. tuz basmak yaralanmış yaralarına ve her birini ayrı ayrı sagılamak şevkatle. başkalarına merhem olabilmek...
kendine yalan söylemenin başka şekli belki de. tam bir tarifi ve tanımı olmadığı gibi hiçbir açıklaması da olmayan şey aşk... her birimizin başka türlü yaşadığı, hani beki çay kokusunu duyabilmek evin içinden ve sesinin gelebilmesi mutfağın bir köşesinden. elinde bir fincan çayla beraber...
pazarlıksız, sorgusuz ve sualsiz yaşayabildiğimiz tüm güzel şeyler belki bunlar. paylaşılamayacak kadar yakın ama paylaşılması gerekenler kadar tarfli ve tanımlı, bir kaç üçgenin bir araya gelmesi gibi. hani kimsenin bilemedği kaç üçgen var sorusunun cevabı gibi...