herkes hazza koşar, çook azı onun başında beklemeyi bilir.
hazzın başında beklemeyi öğrendim.
önümde bir mücevher kutusunun kapağı açıldığında, gördüklerimi kapıp kaçmaya çalışmıyordum, duruyor, o rengarenk ışıltıyı seyrediyor, parlak taşlara teker teker dokunuyor, onların değerini tartıyor, okşuyor sonra kutunun kapağını kapatıyordum.
içindekinin ne olduğunu bilerek kapağı kapalı bir mücevher kutusunun başında durmanın yarattığı o sancılı zevki hissediyordum.
onunla aramda duran yasakları, günahları, cezaları görüyor, sadece taşların ışıltısını değğil, o yasaklara başkaldırmanın tadını da tadıyordum.
tuhaf, anlaşılması zor bir sihri vardı hazzın, kutunun kapağını kapatıp bekledikçe kutu büyüyor, içindeki değerli taşın miktarı artıyordu.
bazen kutuyu açıyor, içinden bir zümrüt, bir yakut, bir pırlanta alıyor, sonra kapağı kapatıp elimdeki o küçük parçaya bakarak kutunun içindeki hazineyi hayal ediyordum. hazzı çoğaltan büyüyü keşfetmiştim.
kendi arzusuyla dövüşen sabrın yarattığı o muhteşem hayal gücüydü dokunulmamış hazzı her an biraz daha büyütüp çoğaltan.
hazzın sahip olduğu parlaklıktan daha büyük bir parlaklığı, getirdiği zevkten daha büyük bir zevki, verdiği heyecandan daha büyük bir heyecanı hayal gücüm yaratabiliyor, hiçbir hazzın tek başına sahip olmayacağı bir zenginliği ona hayal gücüm katıyordu.
(bkz: içimizde bir yer)