bugün

kraliçe

hayatım o'na bağlıydı işte. küçücük krallığımda, sessiz sakin imparatorluğumda bir sarsıntıydı.

bazen susar bakardı, kahverengi gözleriyle. konuşurdu bazen ufacık dudaklarıyla. bazen sadece gözleriyle konuşurdu; parlardı gözbebekleri, bazense küçülürdü; bilirdim üzülmüştü. kraliçe'ydi, o'nu üzmemeliydim.

hayır, anlamamıştım da; ne yaptım da böyle bir ödülü hak ettim, böyle bir hakimiyet beni nasıl olur da mutlu ederdi? ben ki upuzun yelesini beş metre savura savura dağdan aşağı koşan özgür kelepçesiz atlar misali yaşayan, ayakları zemine basan, kendi küçük sınırlarının dışına çıkmaktan son derece korkan bendim...

basit biriydim işte... ama o'nun hakimiyeti her şeyi değiştiriyordu. kraliçe'ydi ya hu. asaletiyle, sesiyle, kokusuyla... bazen susar bakardı, kahverengi gözleriyle.

sanki bir tek o'na hastı göz, burun, ağız... sanki bir tek o ve ben, işte naciz beden, kalmıştık küçücük krallıkta. ama krallığım değildi artık, işgal edilmişti o'nun tarafından, her işgal tepki doğurur ya illa ki; tarihte bir ilkti bizimki, tepkisizce dikti bayrağını çekti göndere. ben yardım ettim hatta...

kraliçe'ydi, bazen sessizdi bazen konuşkan ama ağzından çıkan her söz, hatta her harf, uğruna bütün ateşlere atabilirdi beni. gözüm karaydı. kraliçe'ydi işte, sanki bir ömür hüküm sürecekti ya...

olmadı. olamadı. ben kaşındım ırak'ta demokrasi beklediği için saddam'ın heykelini terlikle dövenler gibi kovdum o'nu. kraliçe bir gecede düştü işte. belki de hatalıydı kim bilir, belki de cidden hatalıydı ama şu da bir gerçek ki; giderken bayrağının yanında benim kendi bayrağımı da almış, bir türlü özgürlüğümü ilan edemiyorum!