yıkımın, insanoğlu tarafından asla kabul edilemez ölüm gerçeği ve ıslak doğum sıkıntısı arasında bir yerde evrenin gerçek konularından birisi olduğunu yüzümüze yüzümüze çarptı.
bütün dünyadan kaçtığım odamda oturmuş star trek'in gelmek bilmeyen filmine ait fragmanını birmilyonsekizinci defa ağzım açık izliyorken ve enterprise'ı inşa edilirken izlemek "bu dünyadan kaçıp gitmek" histerilerinde ormanda on afrodizyak etkisi yaratırken ve "space; final frontier!" sözleri kalbimi sıkıştırıyorken, caprica da odyssey destanındaki troya'ya nanik yapıp şeytanı bile kıskandıracak bir alev banyosunun derinliklerine gömülmüştü.
çığırtmalar uçurdum yazmıştım uçurtmayı vurmasınlar sözünü ilk duyduğumda, galactica zamanda ve mekanda new caprica'nın yer kabuğuna doğru milyarlarca hızla düşüyordu, yere çakılacak diye kalbim duracaktı neredeyse, kalbim artık yaşamanın heyecan verici bir şey olduğunu unutmuşken. yedi yaşımdaydım, "hiçbiriniz masal anlatmasını bilmiyor mu!? hepsini mi unuttunuz?" diye kükrüyordum dedelerime ve ninelerime. kırmızı başlıklı kızı anlatan anneme kızıyordum, biliyordum can yakacak destanların artık bütün uluslardan saklandığını, geceye dair bütün masallar unutulmuştu ve pegasus, cylon ana gemisine haşmetle çarpıp paramparça olurken gılgameş destanından kaçırdığım gözyaşlarımı bu kez yıldızlara ait destandan kaçıramadım.
baltar kayalıklar madonnası ile birlikte metalden bir kayalık üzerinde hemen arkasında duran isa ile yıldızlardan düşen ulusa karanlık bir vaaz veriyordu, otel odasının çekmecesini açtığımda elime yanmış tevrat ve incil ve kurandan küller bulaştı, içkiler bitmişti her yerde, elimdeki kahveyi gösterip "sarhoşken içki bittiğinde kahve ile içmeye devam etmesi çok zevkli aslında!" diye bağırdım adama'ya, duymadı. kendini ortadoğuya atmış bir besteci bütün geminin koridorlarını ışığa bulayıp all along the watchtower ile supernovaları harekete geçirirken, ben de her fırsatını bulduğumda caprica altının üzerinde boşalmadık tek bir hücre bile geriye bırakmıyordum, cinayet mahalline geri dönen katiller gibi ayın 13'üne rastlayan her cuma'da kutup ışıklarının altına yatıp, "işte bunları tahmin edemedin hergele seni!" diye asimov'un yüzüne karşı pis pis sırıtıyordum.
kobol tanrıları akşam beş çayına geliyordu odin'in bahçesine, pan ile el ele verip tıpkı eskiden olduğu gibi bir pagan ayinini kutlarcasına sevişmeye devam ediyorduk caprica altı ile ve benim avalon üzerindeki bütün bahçelerim yanmaya devam ediyordu. "sus n'olursun sus!" diye bağırdım, "sen hiç kutup ışıklarını gerçekten görmedin ki!" diyen arkadaşımın yüzüne.
"perilere inanmıyorum" dediğimin sabahında, sokaklarda köpekler tarafından parçalanmış indigo çocukların cesetlerini buluyordu çöpçüler. "yeni bir şey değil bu" dedi boğazda gemi kaptanlığı yapan amcam, "her sabah boğazın sularında üç dört tane parçalanmış tanrı ceseti buluruz biz, bu arada hangi gemiyle karşıya geçtin?" diye soruyordu sonra, "galactica ile karşıya geçtim amca" diye cevap verirken elimde tuttuğum kahvenin içinde ölüp gitmek istiyordum aslında ve aslında bazen tunalı barlarının tuvaletine sadeleştirilmiş bir kapı zilinden kendi ellerimle hazırladığım sahte bir "dünyayı yok et butonu" yapıştırıyorken kaç kişinin sarhoş bir şekilde o butonu görüp de güldüğünü ya da korktuğunu asla bilemeyecek olmak canımı sıkıyordu, canımı sıkıyordu uzay gemisindeki değil, yağmurun altındaki yalnızlık.
ve işte her şeyin böyle böyle sonu gelirken, explosions in the sky dinleyip de kafa(m)bindünya şekilde bu galaksiden bir başka çağa ağıtlar düzmemem, caprica altı ile düzüşmeyi istememem ve bazışeylerbaşladığındaaslındaçoktanbitmiştirgiller'den birisi olmamam için geriye hiçbir sebep kalmamıştı. sonne'nin video klibinde annemin tatlı masallarına karşın pamuk prenses'in ne tatlı bir bdsm tanrıçası olabileceğini fark ediyorken, işte böylece yıldızlar üzerinde uçuşup gitti bütün arthur c. clarke düşlerimiz de.
so say we all dediğimizde çocukluk etmiyorduk, başından farkındaydık, evrende geriye kurtarılmaya değer hiçbir şeyin kalmamış olduğundan ve muz kabuklarından ve delirmelerden. dolmuş şoförünün yüzüne baktıkça, on üçüncü kabilenin artık bu dünyada olamayacağına yeminler ettim, gene de sihirli yedi rakamlarından bahsetmeye devam ediyordu sahaflara sıkışmış bazı herifler,
binadan dışarı çıktığımda kar yağıyordu. bütün gün "daha en başından galactica büsbütün cehennet'in merkezi olabilir miydi?" diye söylenmiştim, binadan çıktığımda dışarıda kar yağıyordu, kulağımda çalan all along the watchtower'ı dinledikçe onlardan, yanımdan geçenlerden ve birlikte yaşadıklarımdan birisi olmadığıma yeminler edip yürüyüp uzaklaştım korkunçluklardan ve şeylerden.
(not 2: bu yazımı daha önceden birkaç yerde daha yayınlamıştım, buraya da eklemek istedim)