Dünya dijital bir diktatörlüğe doğru koşar adım ilerliyor. Algoritmalar artık bizi bizden daha iyi tanıyor. Hangi kıyafeti giyeceğimizden, hangi şarkıyı dinleyeceğimize kadar her şeyi onlar seçiyor. Ekranlar sadece gözlerimizi değil, ruhumuzu da yutuyor. Ama kimse bunu konuşmuyor, çünkü sistemin kuralları açık: “Ne kadar tüketirsen, o kadar varsın.”
Yine de bu ülkede hâlâ vicdanını kaybetmemiş insanlar var. Henüz ekranlardan kafasını kaldırıp gerçek dünyayı görebilen, komşusunun aç olduğunu fark eden, adaleti hatırlayan insanlar. Ama bu insanlar yalnız. Parti rozetleriyle birbirinden ayrılmış, mikrofonlar önünde “bizden olmayan” diye bölünmüş. Oysa vicdanın rengi yok, tarafı yok. Ve bu vicdanlı insanlar, bu sistemin karanlığına gömülmek istemiyorlarsa birlikte hareket etmek zorundalar. Çünkü gökdelenler sadece yükselmiyor, aynı zamanda ışığı engelliyor.
“Çoğalır engeller, yürür gidersin” diye güzel bir söz var ya, işte o yürüyüş artık beton bloklarla sırtımızda yapılıyor. Ceplerimizde ne var? Boş vaatler, ucu bucağı olmayan hayal kırıklıkları. Ama o yolda hâlâ bir ışık var. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, o ışık birilerinin yolunu aydınlatabilir. Fakat bu ışığı korumak sadece vicdanlı insanların işi değil; insan olduğunu hatırlamak isteyen herkesin sorumluluğu.
Unutmayın, gökdelenler ne kadar yükselirse yükselsin, gökyüzüne ulaşamaz. Ve asıl yükseklik, yere yakın duranların yüreğinde saklıdır. Ama eğer biz bu sistemin gölgesine razı olursak, bir gün sadece gökyüzünü değil, birbirimizi de göremez hale geleceğiz. Çünkü karanlık, sadece ışığı değil, insanlığı da yutar.