Dünya dediğin, koca bir sarkaç. Bir yanda açlık, öte yanda tüketim çılgınlığı. insan, sarkacın orta yerinde asılı, ne yere inebiliyor ne göğe yükselebiliyor. Yükselmek isteyenler, başkalarının omuzlarına basmayı marifet sanıyor. Oysa omuzların sahibi, başını kaldırıp bakan bile yok.
“Özgürsünüz” diyorlar bize. Özgürlük, seçim yapmakmış güya. Kimin ürettiğini bilmediğin giysilerden hangisini alacağına karar vermek, ya da kimin çıkar savaşını destekleyeceğine oy vermek… ironi şu ki, bu özgürlük dediğin şey, bir algoritmanın sana çizdiği yolda ilerlemekten ibaret. O yolu terk etmeye kalkarsan, seni ya yoksulluğun soğuk duvarlarına ya da sistemin aforozuna mahkum ediyorlar.
Ama biz gülüyoruz. Bu, dünyanın en büyük ironisi değil mi? Ellerimizle inşa ettiğimiz kafesin içinde kahkahalar atıyoruz. Sevdiklerimizi kapitalizmin ellerine teslim edip, sonra onları ne kadar çok sevdiğimizi sosyal medyada ilan ediyoruz. Bu sevgi mi? Yoksa içimizde kalan boşluğu doldurma çabası mı?
Bütün bunların arasında hala bir şeylere tutunuyoruz. Belki bir şairin dizelerine, belki sahilde bir dalganın kıyıya vuruşuna… işte burada başlıyor insanın gerçek ironisi: Ne kadar mahvedilsek de, hala umut etmeye devam ediyoruz. Çarkların arasında ezilsek de, bir gün o çarkı kıracağımıza inanıyoruz.
Peki, o çark kırıldığında ne yapacağız? Belki yeniden inşa edeceğiz aynı sistemi, çünkü insan böyle: kendi yaralarını sararken, yeni yaralar açmaya meyilli. Ama kim bilir… Belki de bir gün, “Bu kadar da aptal olmayalım,” diyerek sahiden özgürleşiriz.