bugün

ben bu yazıyı öylesine yazdım

Ben bu yazıyı içinde olduğum durumsal farkındalıktan değil, öylesine yazdım.

Bir kaç metre ötemizdekileri tanımıyoruz. Yâd edip durduğumuz o mahallemiz artık yok. Apartmanların çok ince düşünülmüş havalandırma boşlukları var. Duvarlarımızıda ince düşünmüşler. Kirişler, kolonlar ince. Sahi bizim için ne çok ince düşünenler var, sağolsunlar.

O eski geniş aileler çekirdeklere indirgendi. Herkese yaşamında bireyselliği ön planda tutması öğretildi. Özgür olmamız için çaba sarf edildi. Her alanda dile getirildi. Evet, özgürleştik. Neyi nerede yanlış yaptıkta bu özgürleşme sürecinde bu kadar yalnız kaldık? Nasıl bu kadar yalnızlaştık?

Toprağa bağımlı canlılarız. Tüketen ve tüketilen formlarımızda kim toprağı ne zaman ekeceğimizi, hasat edeceğimizi, tohumlarımızı nasıl saklayacağımızı kim biliyor? Bunu bilip bilmemeyi bize kim tercih ettiriyor? Kim bu yerleşik hayatın topraktan bağımsız olduğunu güzellemeyle anlatmaya çalışıyor? Kim bunlar?

Muhatabımız yok. Sinyal sesinden sonra mesaj bırakmamızı istiyorlar. Samimiyetimizi en samimi sözler ile söküp almaya çalışıyorlar. Acımızı bile paylaşamıyoruz. Dokunsalar ağlayacağız. Dokunsalar belki de konuşacağız. Hayat hep başkaları için. Hüzünlü bireyler işverenler için işgücünde kaliteyi düşürüyor. Acısını realist ya da ironik anlatsın hiç fark etmez. Biz “o bu şu” diyerek bişeyleri bile anlatmaya çekiniyoruz.

Hür irademizi en hür şekilde kullanabildiğimiz anlarda öyle hüzünlü müzikler dinliyoruz ki acımız en acı hayat hikayelerinden bile daha acı. Sonra bir kaç kişi çıkıyor. Sanki aynaya bakıyormuş gibi hissediyorsunuz. Nefesiniz yettikçe anlatıyorsunuz. Anlayanlarda oluyor, anlarmış gibi yapanlarda. Sonra saat gece yarısını geçiyor. Tavan, avize ve belki şanslıysanız sokak lambasının pencerenizden içeri vuran ışığı. Size bu ortamda düşünmek kalıyor. Bir şeyleri değiştirmek sokak lambalarını aydınlatanların elinde.

-Son