taraf gazetesindeki harika yazılarıyla halil berktay'ın da bizi acilen davet ettiği yüzleşmedir. küçük bir örnek:
"Ömer Seyfeddin'in Balkan hikâyelerinde hep "onlar"ın "biz"e yaptıkları anlatılır, "biz"im "onlar"a neler yapmış olabileceğimizden ise asla söz edilmez. Tarih müfredatımız ve ders kitaplarımızda, her şeyden önce Osmanlı imparatorluğu doğal kabul edilir; Bulgar, Sırp ve Yunan topraklarında ne aradığı(mız) hiç sorulmaz, sorgulanmaz, sorunsallaştırılmaz. Fetih adetâ bize özgü bir haktır ve her nasılsa, diğer halklara hiç zarar vermeden başarılmıştır. Tarih Atlaslarına bakın: çeşitli saltanat dönemleri boyunca Osmanlı yayılması hep sıcak renklerle gösterilir; kırmızının koyusundan başlayıp, giderek açılan tonlarından geçerek pembeye sıçrar; oradan gene turuncu ve sarının koyudan açığa çeşitli tonlarına ulaşır. Ötesi ise bembeyazdır, yani önemsizlik, ayrıntısızlık, yeknesaklık, giderek hiçlik, insansızlık hissi uyandırır. Böylece bu görsel dil, ikonik bir "biz"i sevdirmekle kalmaz; boş bir alanın dâvet ediciliğine doğru genişlemiş olduğumuz mesajını verir. Millî Eğitim sayesinde bunlar küçüklüğümüzden itibaren bilinç altımıza yerleşir. Profesyonel tarihçiliğimiz de çok farklı sayılmaz. Örneğin Balkanların feodal anarşisi içinde Osmanlıların "dinamik, birleştirici bir güç" olarak belirdiğinden söz edilir. Bu, "yükselme devri"ndeki Osmanlıya dinamik-rasyonel bir erkeklik, Balkanlara ise pasif, irrasyonel, bekleyici-alıcı bir kadınsılık izafe edilmesi anlamına gelir.
imparatorluk doğal olduğuna göre, birtakım kendini bilmezlerin ayrılma çabalarına karşı kendini savunması da aynı derecede doğaldır, kaçınılmazdır. Ömer Seyfeddin'in Topuz'undaki Türk elçisi, Eflâk prensinin beynini dağıttıktan sonra kılıcını sıyırıp "işte gördünüz, istiklal hevesine kapılan asilerin sonu budur" diye bağırır. Bu veciz ifade, Türk milliyetçiliğinin bütün 20. yüzyıl çizgisine damgasını vurur. Ders kitaplarımızda, "onlar"ın devrim ve bağımsızlık mücadeleleri sadece birer isyan, birer eşkiyalık "vaka"sı, genellikle bir kanun ve nizam meselesi gibi anlatılır. Burada iki ayrı söylem devreye girer. Jön Türk ve Cumhuriyet devrimleri söz konusu olduğunda, sosyo-ekonomik ve politik bir anlatım tarzı çerçevesinde, biz Türklerin çürümüş Osmanlı düzenine karşı devrim yapmamızın haklılığı vurgulanır. Ama Yunan, Sırp ve diğer Balkan mücadeleleri söz konusu olduğunda, ancien régime gider, etnisite gelir; "onların" dâvâsı devrim değil, sırf Türklere ve Türklüğe "ihanet olarak damgalanır."