liberalizm sag mi sol mu meselesi

entry32 galeri
    18.
  1. immanuel wallerstein'e göre, liberalizm, sosyalizm ve muhafazakarlık, modern çağda değişimin normalleşmesine ilişkin üç tavrı temsil ediyorlardı:

    - değişimin tehlikesini mümkün olduğunca sınırlamaktan yana olan muhafazakârlık,
    - bu değişimi 'akılcı' bir biçimde yönlendirmekten yana olan liberalizm,
    - değişimi hızlandırmaktan yana olan sosyalizm.

    Ne var ki, bu üç ideoloji arasında gerçekten temel farklar bulunup bulunmadığı oldukça tartışmalıdır.

    - Muhafazakarlar, liberalizmle sosyalizm arasında hiçbir temel fark görmüyorlardı,
    - sosyalistler, liberalizmle muhafazakarlığın aynı şey olduğunu söylüyorlardı,
    - liberaller, muhafazakarlıkla sosyalizm arasında, özellikle otoriterlik açısından ciddi bir ayrım bulunmadığını savunuyorlardı. kaldı ki bunu, anarşist komunistler de daha sonra dile getirecekler ve bu onların; marksist-leninist ideoloji ile temel ayrım noktaları olacaktır.

    Merkezinde liberalizmin bulunduğu bu üçlü sıralanma, çeşitli ittifaklarla, yeni 'türler' de yaratmıştı. Örneğin,

    - liberal-sosyalist ittifakının sonucunda, bir tür sosyalist-liberalizm,
    - liberal-muhafazakâr ittifakının sonucunda, bir tür muhafazakâr-liberalizm,

    ortaya çıkmıştı. Hatta, liberalizme yoğun muhalefet görüntüsü altında, sosyalist ve muhafazakar rejimlerin, liberallerin değişmez ilkesi olan üretkenlik vasıtasıyla ilerlemeyi gerçekleştirdikleri de söylenebilirdi. Bu durumda, sosyalist muhafazakarlığın ya da muhafazakar sosyalistliğin, bir ölçüde, liberalizmin bir varyantı olduğu sonucuna ulaşılabilirdi.

    günümüz akademisyenlerinin büyük bölümü, şu temel sav üzerinde görüş birliği halindedirler;

    " 1848'den sonraki 120 yıl içinde-yani en azından 1968'e kadar-birbiriyle çatışma halindeki üç ideoloji görüntüsü altında, aslında sadece bir ideoloji; ezici biçimde egemen: liberalizm ideolojisi vardı. "

    Sanayileşmiş ülkelerdeki sosyalist hareket; alman sosyal demokrat partisi gibi en militan örnekleri de dahil olmak üzere, liberal reformların gerçekleştirilmesi için önde gelen parlamenter sesler haline geldiler. sosyalistler partileri ve sendikaları aracılığıyla liberallerin istediğini, yani çalışan sınıfların uysallaştırılmasını gerçekleştirmek için 'halk' baskısını kullandılar. Fabianları bir yana bırakalım, yalnızca Bernstein değil, Kautsky, Jaures ve Guesde de 'liberal sosyalist' diyebileceğimiz bir hale geldiler.

    Bu üç ideolojinin devlet karşısındaki tavrında da zıtlıktan çok benzerlik söz konusuydu. Bu üç ideoloji de, başlangıçta ve söylemde, devlete karşı ve toplumdan yanaymış gibi görünüyorlardı. Ne var ki, her üç ideolojinin uygulamacıları, özellikle 1848'den sonra, teorik bir devlet karşıtlığı tavrından, pratikte devlet yapılarını muhtelif şekillerde güçlendirmeye ve pekiştirmeye yönelmişlerdi.

    Sosyalistler-ki, sosyalistler arasında ezeli devlet karşıtı anarşizm daima küçük bir azınlığın bakış açısı olarak kalmıştır- kısa vadede devletin faaliyetini arttırmaya çalışmışlardı. Hem ikinci Enternasyonal Sosyal demokratlarında, hem de Üçüncü Enternasyonal Komünistlerinde, devlete karşı tavır ortaktı:

    - ilkin devlet iktidarını ele geçir,
    - ikinci olarak, devlet iktidarını; toplumu dönüştürmek için kullan.

    Sosyalistlere göre devlet genel iradeyi uygulardı. Liberallere göre devlet bireysel hakların serpilmesine izin veren koşulları yaratırdı... her iki durumda da sonuç; devletin topluma nazaran güçlendirilmesi oluyordu.

    Ulus devlete ve milliyetçiliğe sarılmak açısından da, bu üç ideoloji arasında temelde bir fark yoktu. Her üçü de ulus devletçiliğin ve milliyetçiliğin argumanlarını sonuna kadar kullanmışlardır.

    tüm bu tarihsel gerçekler ışığında liberalizme; sağ mı? sol mu? penceresinden bakmaktansa, felsefi arka planını irdelemekte; ne olduğunu anlayabilmek açısından yarar görüyorum:

    Bertrand Russell, ilk liberalizmin iyimser, enerjik ve felsefi olduğunu, zafer kazanması mümkün olan ve kazanacağı zaferle insanlığa pek çok yararlar sağlayacağı olası görünen ve gittikçe büyüyen güçleri simgelediğini belirtir.

    Liberalizmle toplumsal arasındaki ilişkinin açıklanmasında, bireyi toplumu ve onun uzantısı olan devleti açıklamada, kendi görüşleriyle liberalizme felsefi bir açılım sağlayan Locke, konunun anlaşılmasında önem taşır zira, Rönesans'la birlikte bireyin yeniden keşfine gidilmesi ve bu paralelde gelişen süreç, somut halini, özellikle Locke'nin düşünceleri etrafında, bireyin haklarını gözeten bir takım sözleşmelerde bulmuştur.

    1632 yılında ingiltere'nin Wrington kasabasında doğan Locke, felsefesini; mutluluğa ulaşmanın nasıl gerçekleştirileceği konusunda görüş bildirerek oluşturur. Ona göre, insanlar doğuştan bir takım haklarla birlikte doğarlar ve temelde devlete gereksinim duyan insanlığın toplumsal bir organizasyonla devleti meydana getirmesindeki asıl gaye; felsefesinin merkezine aldığı mutluluğu korumak ve gözetmektir. Locke, felsefesinin temelinde; insandan topluma ve toplumdan devlete kurgulanan bir süreç içerisinde, insanın bireysel mutluluğunun esas alınması gerektiği, mutluğun aynı zamanda güven, barış ve özgürlük anlamına geldiği ve bu paralelde oluşturulan politikaların mutluluğun hizmetinde olması gerektiği vurgulanır.

    Locke'nin düşüncelerinin pratikteki yansımaları oldukça önemlidir. Locke'nin; tâbi haklar üzerinde belirttiği görüşleri, ingiltere'de 1689'da çıkarılan; haklar bildirgesinin içeriğini oluşturmuştur. Locke'nin görüşlerinin rasyonel düzlemde varlık bulması, batı dünyasında birçok ülkede kabul görmesine neden olmuş ve günümüz insan haklarının oluşumunda, azımsanmayacak katkılar sağlamıştır.

    sonuç olarak;

    liberalizm, ne 'sağ' ne de 'sol' dur. o, doğuş felsefesi olarak; humanisttir lakin, özellikle hırs ve ihtirasla yoğrulmuş vahşi kapitalizm ; " hedefe ulaşmak adına her yolu dene, her düşünceyi kullan " mantığı ile liberalizmin temel kavramı olan 'bireysel mülkiyet'i kullanmış, varoluş sürecinde iktisadi bir yanı bulunmayan liberalizmin boynuna; adam smith ve david ricardo eliyle kapitalist yaftasını geçirmiştir.

    Liberalizm, ister geleneksel dönem boyunca dizginlenmiş hedonizmin zincirlerini koparması, isterse öncesinde kimliğini kaybetmiş bireyin kimliğine kavuşması olarak algılansın, kesin olan şu ki; hiçbir düşünce, liberalizm kadar insan yaşamı ile bu denli uzlaşmayı başaramamıştır.
    4 ...