Kişisel gözlemlerime dayanarak, “öğüt verme(günlük dilde akıl vermek)” kavramı genelde “fikirlerini paylaşmak” ve ya “olay/olgu üzerine yorum yapmak” kavramları ile karıştırılmaktadır. Zannediyorum ki öğüt verme olayı, söylemlerin yansıtılma ve aktarılma şekliyle bağlantılıdır, bu sebepledir ki, birbirine çok benzeyen fakat ufak olmasına rağmen etkin farklılıklar içeren bu iki kavramı biraz irdelemek gayesi taşıyorum.
ilk olarak;
Öğütler; emreden bir üsluba sahip olabilir ve bunun yanında öğüt veren kişi tarafından “mutlak doğru” olarak önünüze koyulabilir. Lakin unutulmamalıdır ki, konuşan şahıs için “mutlak doğru” olan bizlere faydalı olmayabilir, bu durum, üzerinde durulan “olay/olgu” ağına göre farklılık gösterebilir. Bunun sağlamasını ancak bizlere yansıtılan söylemler üzerinde düşünceler kurarak ya da onları “analiz” ederek yapabiliriz. Bahsedilenleri sadeleştirmek adına küçük bir örnek vermek niyetindeyim; Tüm kitaplarını severek okuduğumuz bir yazarın, satırlarına eklediği her cümleyi ve kelimeyi olduğu gibi, düşünmeden doğru kabul edecek olsaydık eğer, tam manasıyla yazarın bizlere aktardıklarına “hapsolmuş bir şekilde” düşünmeye ve davranmaya başlayacaktık. Oysa, sorgulamak(bugün her ne kadar dinsel öğeler üzerinde aktif rol alan bir kelime olsa da) her alanda gerekli olan bir düşünce aktivitesidir; mutlak gerekliliğinin sebebi ise, kendi öz düşünce ve fikirlerimizin saydamlaşmamasını ya da edinilenler sebebi ile “asimile” olmamasını sağlamaktır. Bu bahsettiğim olayı, ünlü filozof immanuel kant’ın bir sözü ile daha da basitleştirmek isterim;
“Aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir.”
ikinci olarak; “fikir paylaşımları ve olaylar üzerine yapılan yorumlar.”
Öğüt hakkında bahsetmiş olduklarımın üzerine, geriye kalanlar oldukça belirgindir. Kişi, fikirlerini karşıya yansıtırken “esnek” bir dil kullanmalıdır. Zira katı bir tavır ile aktarılacak olan söylemler amacından taşabilir ve yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Bir konu üzerinde yorum yaparken ya da fikirlerimi aktarırken dikkat ettiğim en önemli hususlardan biri de, söylemlerimin uygunsuz olması ya da uyumsuz olması durumunda karşı tarafa bu konuyla ilgili olarak bir düzeltme yapabilmesi adına bir “açık kapı” bırakma vaziyetidir, bu da gerekliliğinden emin olduğum “esnek dil” kavramının içinde barındırdığı davranış biçimlerinden biridir. Fikirler ve yorumlar karşıya olabildiğince saydam aktarılmalı ki, tüm olanlar üzerinde yorum yapılmaya devam edilebilsin.
işte, “kesinkes” konuşmanın bir öğüt olabileceği ve “esnek bir dil” ile yaklaşmanın da olayların gidişatı için daha faydalı bir rol alacağını düşünmemin ana gerekçeleri bunlardır.