127.
-
küçükken mehmet akifin " çanakkale şehitlerine" şiirini okumuştum.
işin doğrusu çoğunu hatta konusunu bile tam anlayamamıştım şiirin.
ama orda beni çeken bir şey vardı, bir ahenk, bir güzellik vardı.
her gün defalarca okurdum " çanakkale şehitlerine" yi.
sınıftakiler daha "daha dün annemizin kollarında yaşarken"i ezberlemeye çalışırken; ben çanakkale şehitlerine'yi ezberden okurdum.
şiir aşkım; eve ateri alınmasıyla sekteye uğradı tabikide.
artık ne mehmet akif, ne de şiir dikkatimi çekiyordu. taş devrili, ninja kaplumbağalı, mariolu 3000 in 1'li kasetlerin peşindeydim artık.
taa ki ergenliğimin doruklarını yaşadığım liseye kadar.
çocukluk hastalığım lisedeki edebiyat dersiyle birlikte tekrar nüksetmiş, tekrardan şiirler okumaya başlamıştım.
özellikle de necip fazıl.
benim için -hala da öyledir- türk şiirinin zirvesiydi necip fazıl.
yaşayan hiç bir insana duymadığım bir hayranlık duyuyordum üstada.
ve bu sefer yazmaya da başlamıştım.
elime kalem alır, sayfalarca, saatlerce yazardım.
sonra hayatın gerçekleri çarptı gözüme tabiki de;
şiir yazarak sınav geçilmiyor.
yine bıraktım. sınavlar, ödevler, arkadaşlar, oyunlar derken; lise bitti, neredeyse üniversite de bitecek.
bir gece, yazmak istedim.
yıllarca içimde birikenleri kağıda dökmek istedim.
hala yazıyorum.
ama insan yazdıkça öğreniyor yazamadığını.
bir insan şiirine ne kadar güveniyor, ne kadar mükemmel yazdığını düşünüyorsa o kadar yanılıyordur.