akla olan güvenimizin bittiğinin çanlarının çaldığı anlarda hissettiğimizdir.
ben dış dünyaya çok geç açıldım. bunun için çocukluğuma kadar gitmek gerek. o zamanlar şen şakrak, bıcır bıcır bir kız çocuğu olarak, arkadaşlarımla keşfedilmeyi bekleyen dünya karşısında küçücük hissediyordum. bu küçüklük öyle işlemişti ki bana, yetişkin olana dek, onu korkusuzca keşfetmek,ona meydan okumak, onun bir parçası olmak başkalarının işi gibi geliyordu. başkalarının günlük hikayelerindeki özne hiçbir zaman ben olamazdım.
"bugün öğretmenler bizi istanbul'a götürdü.", "bugün kemal ile bilim fuarı'ndaydık.", " ayşe hoca'ya böyle böyle olduğumu söyledim ve o da anlayış gösterdi" cümlelerini kurarken hayal ederdim kendimi. hayır, bahçemde kedilerle oynamak ve ağaçların tepesinde dolanmak, daha heyecanlı ve güvenliydi. benim tek meydan okuyabildiğim, durduramadığım yaşımdı.
evet evet, ne kadar büyürsem büyüyeyim, bedenim ve zihnim küçük kalmayı tercih ediyordu. amansız, utanmaz, acımasız ve vicdansız yetişkinliklerin arasına karışmaktan kaçınmak için bedenim de, zihnim de birlik içindeydi. beylik laflar da, kararlar da, belirli bir noktaya işaret eden istekler de bana ait olamazdı. onlar kovaladı,ben kaçtım.
ne oldu, peki? yarattığım dünyamda aklımın sınırlarını aşarak haz almaya ve mutlu olmaya çalıştım. düşüncelerimi beni dışarıda tecrübeleyemeyecek insanlarla paylaşmayı yeğledim. ailem ve gerçek dünya ile kendi zihnimde yarattığım ve bunu yansıttığım digital dünya arasında ikiye bölündüm. ikisini birbirine karıştırmaktan özenle uzak durdum. ama başarılı olamadım. gerçek dünyadaki ben'in kaygıları ve hassasiyeti, digital dünya'daki ben'e bulaşmaya, ona sızmaya başladı. digital dünya'daki de, gerçek dünya'dakine.
ikisi ayrı ayrı dünya değil, tek bir yaşamın var ve digital platform onun yalnızca bir parçasıdır, diyenler olabilir. ama benim durumumda değil.
asıl meseleye gelelim, zihnimde ne varsa rahatça ortaya koymaya çalıştığım düzlemde insanlar, düşüncelerinden ötürü birbirini yakalıyor, tanıyor, onların bir parçası olmak istiyor, onlara dokunmak ve onlarla etkileşmek istiyor. başkasının zihin dünyasına adım atarak, onun gözünden dünyaya bakma şansı elde ederek, onun melekeleriyle renkli diyarlara uçma fikriyle coşuyor insanlar.
gerçek dünyada yaralı olan ben, insanların bana bir şey yapmasına engel olabilmek için bu kadar uzak kalırken onlardan, onlar beni gelip burada buluyor. ben onları "ellemiyorum", " yargılamıyorum", " bozmuyorum".aha diyorum, biraz olsun dış dünyada yakalayamadığım o tinsel etkileşimi, burada yakalıyorum sanırım. sonra ne oluyor? benim aklım sanki yalnızca başkasının beyinsel haz alma makinesiymiş gibi, algılanıyor. bütün içtenliğimle kendisine eşlik ettiğim, dünyanın sevilebilecek tüm iç titreten noktalarını sunduğum, kendisine karşı şeffaf olduğum, kendisini iyi ve var hissettirdiğim insan, kendi aciz arzularının pençesine düşüp, beni "değersizleştiriyor".
ya benden ne istiyor bu insanlar? ben kendi kendimi tüketirken, başkasını ellemek, başkasına dokunmamak için kendi cehennem ateşimi, kendim körüklerken, neden bu insanlar benden pay alıyorlar, benden çalıyorlar? benim neyim var ki? ben, tam kalabilmek için dışarıya adım atmıyorken, beni içeride bulup, benim kendime sakladığım, biraz olsun korumaya çalıştığım şeyleri neden harcıyorlar? ne varsa kalan, gözyaşlarımla birlikte fışkırıyor dışarı. bunu o kadar mesafeye rağmen nasıl yapıyor insanlar? bana dokunma,elleme, benim beynime girme. yüzeysel ol. sonra gitmen benim için sıkıntı olmaz.
ama sen gelip, benim benliğimin en karanlık yerlerine inen merdivenlerde bana meşalenle eşlip edip, sonra geri kaçarsan en başında bahsettiğim o korku ve güvensizlikle boğuşmak zorunda kalmaz mıyım? neden bunu yapıyorsun? bırak,kendi kendime öleyim.