mel gibson uzamış sakalı ve saçıyla bilge görüntüsü çizdiği film.
inanılmaz güzel tat bırakması sebebiyle sinema eleştirisi tadında sizlerle paylaşmak istediğim drama.
film başladığında aile yaşamına ince dokunuşlarıyla 600 yıl bile önce aynı meseleler varmış yahu dersiniz kendi kendinize. baba - oğul ilişkisi, çocuk sahibi olamamanın bir nevi sosyal ezikliği ve aile tarafından gelen baskı olaylarını görünce yüzyıllar öncesinde bile insanoğlu aynıymış diyorsun kendi kendine.
ve bir sabah huzur içinde yaşayan bu insanlar kendilerine yapılan baskınla uyanırlar. tarumar edilirken köyleri ne kadar da çok benzettim kendimizi mayalara.
kadınlara tecavüz edilirken, yaşlı demeden çoğu insanlar hunharca katledilirken, çocuklar öksüz kalırken ve esir götürülenleri görünce ne kadar da çok benzettim kendimizi mayalara. karabağı, hocalıyı,felluce ni, darfuru, groznyyi, filistini hatırladım birden.
hani hatırlarken bu vahşetleri öyle çok uzun zaman öncesine gitmedim belki ama belki düzelmişiz diye umut edercesine.
boşuna. ne kadar da çok benzettim bu barbaları kendimize ve ne kadar da çok benzettim köyün ezilen insanlarını kendimize.
yüzyıllardır hep aynı acı değil mi?
bunlara sebep güç - iktidar ihtirası değil mi?
pazarlarda köle olmak için satılan hür insanları görünce ne kadar da çok benzer taraflarımız varmış dedim kendi kendime. dünün köle kadını bugünün fahişesi veya metresi. tek fark şimdilerde bu vahşilik daha gizli veya kamufleli ve birazda ahlaklı! yapılması.
ve işte o muhteşem meselenin işlendiği sahne.
sözüme başlamadan önce voltaire nin bir lafını hatırlatmak isterim.
tanrı eğer olmasaydı, insanlar onu uydurmak zorunda kalırlardı.
voltaire bu lafı kilise mahkemelerinin ortalığı kan gölüne çevirdi döneminde söyledi.
tanrı nın olması gerekiyordu çünkü güç - iktidar ihtirasını meşrulaştırmanın en mükemmel ötesi gerekliliğiydi.
bir tür manevi boşluk içerisindeyken doğan insanın bulmak için bir ömrünü vereceği yegane amal veya gaye bir ilahi gücün varlığıydı.
o ilahi güç yani yaratıcı, her şeyi bilen ve gören tanrıydı.
kimine göre tanrı
göktanrıydı.
budistlere göre buda.
putperestlere göre put.
şamanlar bir farklı.
kızılderiler bir farklı.
romalılara göre başka bir farklı.
ve yine voltaire den
ilk tanrısal kişilik; ilk aptalla karşılaşan ilk sahtekardır.
bugün nasıl ki siyasal izmlere inananlar meydanları hınca- hınç dolduruyorsa ve bir lider bu izmler üzerinden halka hitap edip onları coşturuyorsa o günlerde aynı böyleydi.
halk bir tanrı istiyordu ve tasavvurlarında ki tanrı kötü giden zamanlarda kurban yani şükran istiyordu.
güç - iktidar bu inananların fanatizmini olabildiğince kullanıyor ve vahşetlerine yeni bir şeyler daha ekliyorlardı.
ben bu son sahnede işte insanlığın binlerce yıldır aynı çilesini gördüm.
güç - iktidar hep sömürdü ve bu sömürüye kulak tıkayanlar herkes bir gün mazlum oldu.
filmin sonuna doğru yaşam, özgürlük, aile kavramları inanılmaz derecede güzel işlenmiş.
hayır, şimdi değil diye inanmak ve kurtulmak. sonra bütün cesaretinle karşı gelip hep kaçmak ve zaman zaman kendini korumak.
zalimlere karşı kendi topraklarının efendisi olduğunu hatırlamak.
bugün filistinde veya çeçenyada halkın yaptığı bu değil mi?
çoluk çocuğun veya eşi bir meta olarak görmeyip sonsuz bir kaçış olacağına rağmen hep onlara doğru kaçmak özlenen bir aile yapısı değil mi?
ve o muhteşem doğum sahnesi, insanoğlu ne kadar saf ve temiz olarak dünyaya geliyor diye düşünürken aklımdan geçen başka bir soru
ezende biz - ezilende biz
yaşamak bu mudur?
yoksa hür ve özgürce doğmak ve ölmek mi?
işin sonun da haç olayını görmesem şaşırırdım.
nitekim şaşırmadım.
yönetmeni eleştirirken hakkını vermek adına.
fakat kaç bush bir mel eder?
son tanım: keyifle ve doyumsuzca izlenecek gerçek anlamda insanoğlunun draması.