neoselefilik

entry5 galeri
    2.
  1. (Bu giriş mustafa öztürkün neoselefilik ve kuran ismiyle yayınladığı Reşid Rıza üzerindeki çalışmadan alıntılanmıştır.)

    19. yüzyıl, Mümtazer Türköne’nin deyişiyle, bütün islâm tarihi boyunca Müslümanların yaşadıkları en düşkün dönemdir. Batı’nın hemen her yönden hegemonik bir güç olarak boy gösterdiği bu dönemde Müslümanlar askerî, siyasi, ekonomik ve kültürel alanda ne kadar geri kalmış bir durumda olduklarını tam olarak idrak ettiler. Derken, kendilerini tekrar selamete erdirecek yegane formülün islâm’la özdeş olduğunu düşündüler. Ancak bu, tarihsel tecrübe (gelenek) anlamında bir islam değil, “şimdi”nin ihtiyaçlarına cevap verebilen, dolayısıyla temel metinleri yeniden yorumlanması gereken bir islâm idi -ki- Müslümanlar ancak bu sayede güçlü bir mevzi kazanacak ve Batı’nın ilerleyişine karşı koyacaktı.

    işte bu yeni yorum talebi, ıslah-tecdit projesi ve bir anlamda da modernleşme tecrübesi olarak -ki bu tecrübe Batı dışı toplumların kendilerine ait olmayan bir tarihi yaşama mecburiyetinde kalması gibi bir anlam da içermektedir-, islâm coğrafyasının Hindistan, Mısır, Türkiye gibi muhtelif bölgelerinde az çok farklı tonlarda makes buldu.

    bu projenin islâm dünyasında ses getirmesine ön ayak olan en önemli şahsiyetler, hiç şüphesiz, Cemâleddin el-Afgânî (1839-1897) ve Muhammed Abduh idi (1849-1905). Bu ikilinin başını çektiği kervana sonradan Reşid Rıza da iştirak etti.

    Reşid Rıza bir ölçüde ailesinin islâmî yaşantı tarzından da kaynaklanan zühde düşkünlüğü sebebiyle belli bir süre tasavvufî öğretiye merak saldı.
    Fakat daha sonra tasavvuftan yüzünü çevirdi.
    Bu süreçte ibn Teymiyye’nin düşünce ve görüşlerine ilgi duymaya başladı ve bu ilgi onun Vehhâbiliğe sıcak bakmasında da etkili oldu.

    Cemâleddîn Afgânî ve Muhammed Abduh’a karşı büyük bir sevgi ve sempati duymaya başladı. O dönemde istanbul’da bulunan Afgânî ile tanışıp görüşlerinden istifade etmeyi düşündü ve bu düşüncesini bir mektupla Afgânî’ye bildirdi. Ne var ki, 1897’de vefat eden Afgânî ile bizzat tanışıp görüşme fırsatı bulamadı. Bu arada Mısır’a gidip Abduh’la görüşmeye karar verdi. Reşid Rıza Abduh’la ilk kez 1884-1885’te -ki Abduh bu tarihte Lübnan’a sürgün edilmiştiTrablus’ta görüştü. ikinci görüşmesi ise 1984’te yine aynı yerde gerçekleşti. Bu son görüşmede müstakbel üstadıyla uzun uzadıya konuşma fırsatı buldu ve bu tarihten itibaren Abduh’un sadık öğrencisi, yorumcusu ve savunucusu oldu.

    Reşid Rıza hayatı boyunca hocası M. Abduh’un izinden gitti. Fakat Sünnî düşünceye eğilim noktasında hocasından epeyce farklı bir yerde durmayı tercih etti. Çünkü Sünnîlik Abduh’un dinî düşüncesinde başat unsur değildi. Dahası o, bir konuda Mu’tezilî, bir başka konuda Selefî, daha başka bir konuda ise Eş‘arî gibi düşünmekte herhangi bir beis görmemişti. Oysa Reşid Rıza Sünnîliğin en muhafazakâr kanadını temsil eden Hanbelîlik çizgisine daha yakın bir yerde durmayı yeğledi. Nitekim bu yakınlık onu el-Vehhâbiyyûn ve’l-Hicâz (Kahire 192526) adlı bir eser yazarak Vehhâbilik hareketinin gelişimine düşünsel katkıda bulunmaya ve hareketin o dönemdeki lideri Abdülazîz b. Suûd’un (1880-1953) siyasetine destek vermeye sevk etti.

    Kısaca, Reşid Rıza siyasi fikirleri ümmetçilik ile Arap milliyetçiliği arasında gidip gelen, dinî açıdan ise büyük ölçüde ibn Teymiyye-ibn Kayyim damarından beslenen bir neo-selefîdir. Ne var ki Abduh’u bu şekilde tanımlamak pek mümkün değildir. Abduh her ne kadar taklitten uzak durmak, içtihat kurumunu ihya etmek, dini her türlü bidat ve hurafeden arındırmak, bilhassa müesses tasavvufa sert eleştiriler yöneltmek gibi konularda ibn Teymiyye ekolünden etkilenmiş gözükse de, bu düzeyde bir etkilenim onun topyekün selefî düşünceyi benimsediği anlamına gelmez.

    Şimdi elimizi vicdanımıza koyup soralım; biz şu an iman yönünden selefimizle aynı çizgide miyiz? Biz bu konuda onların takipçisi miyiz? Biz kendimizi değiştirmedikçe Allah bizi değiştirir mi? Yoksa Allah sabit hükmünü bizim için mi değiştirdi? Hâşâ! Biz değiştik, biz bozduk ve biz bozulduk. Bu yüzden O da bizim izzetimizi zillete, zenginliğimizi fakr-u zarurate, efendiliğimizi köleliğe tebdil etti. Biz onun buyruklarından sarfı nazar ettiğimiz için yardımından mahrum kaldık. Yapıp ettiklerimizin cezasını bulduk. Şimdi artık O’na yönelmekten başka kurtuluş yok

    Görüldüğü gibi, “Biz bu hâle nasıl düştük ve bu kötü halden kurtulmak için ne yapmak gerek?” sorusuna cevap bulmaya çalışan Reşid Rıza’ya göre hâl-i pür melâlimiz, Kur’an’dan ve selef-i sâlihînin yolundan çark edişimizdendir. Kurtuluş için tek çaremiz ise Kur’an’ın tarif ettiği sırât-ı müstakîme avdet etmemizdir.
    Bu konudaki cehlimizin sebebi ise kendimizi Kur’an’ın rehberliğinden müstağni görmüş olmamızdır...
    1 ...
  1. henüz yorum girilmemiş
© 2025 uludağ sözlük