‘’Osmanbey’de var mıdır öyle bir dükkan sen bilirsin?’’
kısmını işitiyorum sadece, kulaklığım olmasına rağmen benimle konuşan yetmişli yaşlardaki hanım teyzeyi geç fark ettiğim için.
‘’Efendim?’’
‘’Hırkanı çok beğendim nerede bulurum öyle bir tane?’’
Algımın geç açılışıyla birlikte bir de günün yorgunluğu üzerine eklenince anın şaşkınlığı, ‘’Bilmem ki arkadışımın hediyesiydi’’ deyip geçiştiriyorum. Tabii ki iç sesimin ‘’Osmanbey nereden çıktı burası Kadıköy metrosu, hem nereden ben bilirmiş oluyorum?’’ sızlanışını da duymazdan gelerek.
‘’Zamanında benim de çok arkadaşım vardı. Öyle bir durak için metroya binmek de yok o zamanlar kol kola yürüye yürüye gezerdik çarşı pazar.’’
Benim hiç çok arkadaşım olmadı ki? Elimden geldiğince nazik görünmeye çalışarak: ‘’Ne güzelmiş…’’ diyebiliyorum ancak. Yaşlılara yer vermenin dışında, yanında oturan yaşlılara da yolda sohbet servisi etme gibi bir yükümlülükleri de var genç nüfusun. Gönüllü ya da gönülsüz.
‘’Güzeldi tabii. Şimdi eş dost kimse kalmadı, yalnızlık çekiyor insan. Zor, çok zor.’’
‘’Çocuklarınız torunlarınız filan? Onlar da arkadaş sayılmaz mı?’’ üzerime ne vazifeyse artık. Belki kadın hakikaten yalnız? Mecbur sanki çocuk doğurmaya. Ama ben de haklıyım öyle öğrenmedik mi büyüklerimizden? Küçük kızlar büyür, evlenir ve anne olur. Neden? Çünkü öyle.
‘’Kapıyı kapatıp çekilince odalarına e sen yine yalnız. insan hele de zaman ilerledikçe daha çok arar oluyor. Çıksa karşıma da biri sevsem yeniden ben de’’ diyor rujlu dudakları, nemli ve buğulu yeşil gözleriyle.