Ne zaman yaşı olgunca, okumuş yazmış biriyle tanışsanız, sözü bir biçimine getirip, gülümseye gülümseye kendi gazeteciliğine intikal ettirir:
- Bizim de, der, vakti zamanında biraz gazeteciliğimiz vardır.
Kimi daha kestirme davranır, söze:
- Ooo, demek meslektaşız, diye başlar...
Bazısı geçmişteki gazeteciliğini ispat sadedinde bir de hatıra anlatır:
- Hiç unutmam, o tarihte ikdam'a gidip geliyorduk... Sağır Hamdi diye bir adliye muhabiri vardı.
Durur, bir pozla sorar:
- Tanıdınız mı Sağır Hamdi'yi?
- Hayır...
Küçültücü bir tebessümle noktayı kondurur:
- Eee tabii, siz daha çok gençsiniz...
Müteveffa bir milyonerin mirasçılığını iddia eden meçhul akrabaları gibi, matbuat aleminin halkalarından kopup geldiklerini söyleyen bu tanıdıkların adetleri öylesine çoktur ki, insan gayri ihtiyari basın mesleğinin de askerlik gibi bütün vatandaşlara şamil mecburi bir hizmet haline konup konmadığını düşünür.
Gazeteciliğin garip cazibesi, kendisine vaktiyle mekparmak bulaşanların dahi kalbinde eski bir sevgilinin hatırası gibi yıllarca tüter işte...
* * *
Gençlere gelince; onların da tahmin edilemeyecek kadar büyük bir kısmı bu işe heveslidir... Bedava çalışma pahasına bir gazeteye kapılanmak için fırsat arar dururlar... Ve bir de bu fırsat çıktı mı, ağızda eritilen bir çukulata gevşekliğinde yerli yersiz kendilerini takdim ederler:
- Gazeteciyim...
Bu takdimin içinde biraz da "Karışmam haaa, bir yazarsam görürsünüz" tehdidi gizlidir.
Bir bakıma mesleğin en zevkli yılları bu ilk yıllardır.
Hesap hocasının çatık kaşlı kabusundan iki ay önce kurtulmuşsunuz ve Milli Eğitim Bakanına aynı seviyeden bir eda ile sual soruyorsunuz:
- Bu yıl kaç mektep daha açılacak, söyler misiniz efendim?
Sonra da iki ay önceki mektep arkadaşlarına fiyaka:
- Maarif vekili benim dostum, o mahut matematikçiyi şimdi söylesem attırırım ama yapmıyorum, acıyorum adama...
* * *
Kurtla tilkinin hikayesini bilirsiniz...
Bir gün tilki kurda:
- Sen insanoğluyla başa çıkamazsın, demiş.
Kurt böbürlenerek:
- Çıkarım, demiş.
Birlikte bir yol kenarına gidip, insanoğlunu beklemeye başlamışlar. O sırada yaşlıca bir adam geçiyormuş. Kurt sormuş:
- insanoğlu bu mu?
- Bu ama, ihtiyarı... Daha gencini bekleyelim...
Derken bir çocuk geçmiş. Kurt gene sormuş:
- insanoğlu bu mu?
- Bu da pek genci, daha olgununu bekleyelim...
Ve nihayet bir avcı geçerken, bu sefer tilki kurda göstermiş:
- işte tam insanoğlu...
Mesleğin de, gazeteciliği kendisinden menkul eski mensuplarıyla, koltuğunun altı lise kitabı kokan yeni mensuplarını çizginin bir tarafına koyunuz. Çizginin öteki tarafında her gün bir kurt öldürüp ağzından lokmasını almaya mecbur olanlar vardır...
Bunların adedinin Basın Yayın Genel Müdürlüğünün dağıttığı sarı kart sayısı nispetinde olduğunu sanmıyorum...
Son rakama göre sarı kart hamillerinin sayısı bin yüzü bulmuş... Türkiye'de ekmeğini sırf gazetecilikten kazananlar, yahut gerçek kariyerinin gazetecilik olduğunda cümle alemce ittifak edilenler, bin yüzün yarısı kadar bile değildir...
Bu pürüzlü dava, yıllardır aynı vitesle gayrimeşruya doğru yol almaktadır... iç Basın Dairesinin başına geçen çok eski tanıdığımız Mustafa Şerif'in biraz daha titiz davranacağını bütün meslektaşlar ümit ediyorlar...
Gazeteciliğin asıl hazin tarafı işsiz güçsüz takımının da, vaziyeti kurtarmak için bir meslek söylemeleri icap ettiği zaman, hazır elbise alır gibi kendilerine hemen bunu yakıştırmalarıdır.
Anadolu'da, çıkaracakları gazete için sahte makbuzla abone toplayan dolandırıcılar gazetecidir...
Gelirini nereden temin ettiği meçhul bir takım kişiler gazetecidir.
Sık sık Şeker Şirketi, Kömür işletmesi gibi zengin yerlere gidip, adı sanı duyulmamış dergilere röportaj yapmak için geldiklerini söyleyenler hep gazetecidir... Kimisinin elinde bir çanta, kimisinin başında bir rölöve şapka küçük dağları ben yarattım çalımıyla dolaşırlar...
* * *
Bazılarının cesareti akıllara durgunluk verecek kadar ileridir... Bir tarihte istanbul gazetelerinden birinin Ankara muhabiriyken aynı gazetenin Ankara muhabiri olduğunu söyleyen biriyle tanışmıştım... Kendisini öyle sağlama satıyordu ki, etraftakilerin beni sahtekar sanacaklarından korktum... Ürke ürke hüviyetimi çıkardığım vakit hiç aldırmadı:
- Sizden önce ben çalışıyordum, henüz ilişiğimi kesmediğim için ağız alışkanlığıyla söyleyiverdim, dedi...
Oysaki benden önce çalışan da tanıdığımdı... Bunu öğrenince laf değiştirdi:
- işte onunla beraber çalışıyorduk, dedi.
Yalan söylüyordu, benden önceki arkadaşla beraber çalışan da o değildi. Utanmazlığın büsbütün uçurumlaşmasını seyretmemek için kurcalamadım. O kadarı zaten başımı döndürmeye yetmişti.
* * *
Resmi makamlar, en çok bu tiplerle, genç gazetecilerden çekinirler. Kimi bu yüzden gazeteci kabul etmez, kimi eder; soğuk davranır. Kimi de lüzumundan fazla bir güler yüzlülükle geleni atlatmaya çalışır...
Gazeteciliği dünyanın oluşu gibi "Kün" deyince olunuveren bir meslek halinden çıkarmak lazım... Düşünün ki şoför çıraklarının bile ehliyet taşıması mecburi... Gazetecilerin bazıları "bedava sirke baldan tatlıdır" düsturunca birkaç hevesli genci "gazetecilik" titrinin cazibesi pahasına çalıştırmayı tercih ediyorlar...
Her şeyden önce bu mesleğe bir asgari ücret tayin edildi mi, ister istemez bir para ödenmesi mecburi olacağı için, kaliteye dikkat edilecektir.
Resmi dairelerin de günün her anında, her türlü basın müracaatına tatminkar cevap verecek sözcüler edinmesi şartı eklenir her halde buna....
Dışişleri Bakanlığına ait havadisleri Türk gazetecileri ekseriya yabancı ajanslardan öğrenirler. Yabancı gazetecilere, kaliteleri müsellem olduğu için, yerli meslektaşlardan daha çok itibar edilir...
Sözcüsü bulunmayan bir Dışişleri Bakanlığı ile gazeteciler nasıl işbirliği yapabilirler? Kimisi tanıdık bulur, ondan birkaç havadis alır; tanıdık bulamayan, tahmin üstüne bir şeyler yazar... Ve -bu gün olduğu gibi- bir de bakarsınız Bulgaristan ile Romanya'nın Türkiye'ye nota verdiğini, aslı faslı olmadığı halde bütün Türk gazeteleri manşet verir... Havadisi yabancı ajanslar tekzip eder... Gazete sahipleri meslektaşlara kızarlar.
Resmi dairelerin bütün meslekler meyanında, bu mesleği de sabote etmeye, bu meslekte çalışanları müşkül duruma düşürmeye hiç hakları yoktur...
* * *
Yazının sonunda tipik bir olay anlatayım...
Bir gün Kırşehir'e gittim. Bir otele indik. Otelci mesleğimi sordu. Biraz da itina eder ümidiyle "gazeteciyim" dedim. Adamın yüzü buruştu:
- Yer yok, dedi.
- Nasıl olur yahu? Burası turistik bir merkez haline mi geldi yoksa?
- Sözün doğrusu gazeteciye oda vermiyorum...
- Eee şey benim biraz da avukatlığım var.
Baronun hüviyetini gösterdim.
Otelci boynunu büktü:
- A efendi, dedi, bak gül gibi mesleğin varmış, ne diye serseriliğe heves edersin. Kim gazeteciyim diye geldiyse ertesi sabah parayı almak için otobüs meydanına adam koşturmaktan otelde garson kalmadı. Ben de gazetecilere oda vermem diye yemin ettim...
Mesleği bu hale getirenler kadar, bu hale getirenlerden temizlemeyenler de mesuldür...
Bizden sadece yazması, elimizden daha fazla bir şey gelmiyor...