ne zamandır dvd 'si başucumda duran izlememekte anlamsız bir şekilde direndiğim ki izleyince filmdekine benzer 1961 yapımı şarabı içmek gibi uygun zamanı ve anı kolladığımı düşündüğüm 2004 yapımı alexander payne filmi.
--spoiler--
filmin mühim iki özelliği var. birincisi ışıl ışıl parlayan bir bağımsız sinema zaferi olduğu. bunu açımlarsak, alexander payne öyle bir film yapıyor ki hem büyük bütçeye falan gerek duymuyor, filmin iddiasızlığın içinde iddialı oluveren yapısı ilgi çekiyor. yani 2000'li yıllarda yükselen bağımsız sinemanın içinde özel bir yeri olan ve birçok filmi etkilemiş bir filmden bahsediyoruz. son dönem bağımsızları, sideways'in açtığı yolda yürüdü dersek tutarsız bir yorum yapmış olmayız ki tolga örnek 'in kaybedenler kulübü nün kaybeden ruhu ve malum deniz sahnesiyle selamın büyüğünü çaktığını söylemekte yarar var. diğeri, alexander payne filmlerinde sıradan hayat kareleri ele alınırken aslında basit hikayelerin iştah açıcı ayrıntılarla ve psikolojik faktörlerle zenginleştirilmesi. ki gerek izlediklerimden election gerekte the descendants aman aman olmayan hikayelerine rağmen sınıfı fazlasıyla geçti nazarımda.
--spoiler--
--spoiler--
film de bir haftalık tatili iki farklı durumdaki arkadaş üzerinden aktarmak zaten başlı başına ilgi çekici bir hal alıyor. miles, yaşadığı ilişkinin getirdiği ayrılık sonrası toparlayamamış ve kotardığı kitabını bir türlü yayınlatamamış halet-i ruhiyeyle sıkıntılı bir kaybeden profili sunarken, jack bir hafta sonra evlenecek olsa da bu modtan çok daha farklı bir ruh haliyle farklı bedenler, seks, eğlence, gülmek, geyik yapmak, gezmek tozmak ve kısaca bu bir haftayı kadınlarla geçirme derdinde ve hatunların her birini yenilecek piliçler olarak değerliyor. bunu yaparken de kendince beyaz yalanlara başvuruyor, miles'in kitabının çıktığından bahsediyor gene hiçte yeni evlenecek bir adam vaziyetinde olmadığını görüyoruz. bu ilginç mini tatil, beyaz yalanların en mühiminin ortaya çıkmasıyla jack'e darbe vuruyor. jack ağzı burnu dağılsa da pek akıllanmamış ruh halini sürdürüyor. yeni arayışlar bu sefer kadının evli olması ve kocasının onları yatakta basmasıyla son buluyor. hele buradaki cüzdanın alınma sahnesinde beyaz yalanı ortaya çıkaran miles arkadaş hatrına öyle komik hallere düşüyor ki anlatılmaz sadece görülmeli. miles'e gelirsek maya'yla tanışıyor ve kanımca filmin zirvesi sayılabilecek bu sıcak atmosfer filmin bir diğer başrol oyuncusu şarap ve felsefesiyle mükemmelleşiyor. şaraf ve felsefesi iki bireyin yaşanmışlıkları, umutları ve kaybedişleri üzerinden öyle vurucu ifadelerle betimleniyor ki şapka çıkarmamak ne mümkün. (bu sahne de miles'in sinema-edebiyat-sanat ve şaraptan fazlasıyla anlayan fakat bir o kadarda yalnız ve buhranlarda olan yapısına maya en az onun kadar katılıyor ki filmimiz iklinin tatlı ve beklenen son'una keyifli bir nokta koyuyor.)(maya, miles'in yazdıklarına önem ve değer bindiriyor) miles'in yaşadıklarının ağırlığının benzerini maya'nın dünyasında da görebilmek, onun tekrar bir güvensizlik sendromu yaşamaması için kendisini geri plana çekmesi harikulade ayrıntılar...
--spoiler--
--spoiler--
ağır seks işçisi jack'in tek derdi kondom sıkıntısı yaşamamak olurken nice derinlere girip çıktığını açımlarken miles kendi dünyasında yoğun derinsel sendromlar içinde gayet alaycı bir tonla bilmez miyim senin derinlerini şeklinde takılıyor. zaten miles karakterine mimikleriyle olağanüstü bir hava veren tam bir kaybedene bürünen giamatti döktürürken yarış halinde olduğu başka bir oyuncunun olmadığını da söylemek gerek. rakibi kendisi bir parça da filmimizi manidar kılan şarap ve felsefesi... iki başrol oyuncusu da sazı eline alıp yarışı bırakmıyor, lakin ben kendimce gene dönüp dolaşıp paul giamatti 'yi alıyorum. belki de şarap ve felsefesine çok uzak bir insan olmamdan mı bilemiyorum ama sadece mimiklerle bile yaran bir oyuncuya haksızlık yapmamak lazım. miles'in jack'e christine'i ara baskısı miles'in geçmişte eşiyle yaşadığı ilişkideki kaybedenliğinin üzerine sinmişliğiyle ilişkili şüphesiz. ara onu derken, aşırı hassas bir yapı gösteriyor. (bu sahne izlerken hayli ilgimi çekmişti) gene jack'le miles'in konuşmasında jack'in sen edebiyattan-sinemadan ve şaraptan çok iyi anlıyorsun bana bunlar hiç uğramadı temalı konuşması hatta miles'in bukowski karamsarlığıyla yaptığı nüktelemeler haddinden fazla düşündürücüydü. tam bir kaybeden şövalye...
--spoiler--
şu zirve sahneme tekrar gelirsem, ekşi'den bir dost üşenmemiş tek tek yazmış. bir tarafta seks çığlıkları olurken diğer tarafta miles ve maya şarap ve felsefesiyle yaşanmışlıklarını ve kişiliklerini yansıtıyorladı ya o sahne:
''şarabı içerken, eğer o şarap çok eskiyse acaba üzümleri toplayan kişilerin kaçının öldüğünü ya da kaçının halen hayatta olduğunu düşünüyorum. şarabın evrimine devam etmesini düşünürüm, bugün bir şarap açsam tadı farklı, aynı şarabı başka bir zaman açsam tadı çok daha başka olacaktır çünkü bir şişe şarap aslında yaşayan bir organizma gibidir. yıllanan şarabın içim vakti geldiğinde, kariyerinin zirvesine ulaşmıştır, eğer şişeyi vaktinde açıp içmezsen kaçınılmaz çöküş başlar.''
10 üzerinden 8,5!
başyapıt değil gönlümüzün başyapıtı edebiyatını da yapanlara bırakayım. işin o kısmı kategorizasyon oluyor olmasına da giamatti ve payne birlikteliğinin verdiği haz bu filme dair bir üstünlük gösterisine dönüşmüştür, bundan sonra bunu bilir bunu söylerim.
edit: unutmadan, miles'in kitabının yayınlanmama konusunda da incelikli bir bağımsız eleştiri var. kitap üzerinde hayli çalışılmış kısaca sağlam mı sağlam kotarılmış yazar tarafından. yalnız sağlam olmasıyla günümüz pazarlama / satış stratejisi arasında farklar mevcut ki kitabı yayınlayacak yer bulamıyoruz. boktan bir durum ve içinde bulunduğumuz çağa dair büyük bir paradoks.