Bir hâl ilmi olan tasavvufta her şeye yaşanılarak ulaşıldığı için elde edilen bilgileri, kat edilen yolları, zuhur eden halleri, varılan makamları tasvir etmek için kullanılan ifadeler ve tanımlar çoğu zaman düğümü açmaktan ziyade daha da köreltmiş ve herkes tarafından anlaşılması mümkün olmayan bir ıstılahlar mecmuasının oluşmasına yol açmıştır. Ayrıca yaşanan durumların şahsi olması ve herkes için genel geçer bir kalıbın olmaması hem bu mecmuanın sürekli genişlemesine hem de aynı terimlere farklı manalar verilmesine sebebiyet vermiştir. Bundan bir kavram kargaşası olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Ancak terimlerin keskin bir tanımının yapılmasının zor olduğu da bilinen bir gerçektir. Açıklamasını yapacağımız bu üç terim için de aynı zorluklar geçerlidir.
Tasavvufta bilgiye yani hakikate, Marifetullah'a ulaşma yolu olan keşf, genelde Muhâdara, Mükâşefe ve Müşâhede şeklinde bir üçlü mertebe/aşama yoluyla izah edilir. Tasavvuf ıstılahında bu üçlü aşamadan ilk önce imam-ı Kuşeyri (ö.465) Risalesinde bahsetmiştir. Kuşeyrîye göre, sûfîye açılan perdeler neticesinde sırasıyla muhâdara, mükâşefe ve müşâhede halleri ortaya çıkar. Muhâdara akla, mükâşefe ilme, müşâhede marifete dayanır. Mükâşefe muhâdaradan, müşâhede ise mükâşefeden üstündür. ilmel-yakîn, aynel-yakîn ve hakkal-yakîn şeklindeki sıralamada muhâdara ilmel-yakîn, mükâşefe aynel-yakîn, müşâhede ise hakkal-yakîn ile örtüşür. Aynı sınıflandırmayı Avarifü'l-Ma'arifte de görmemiz mümkün. Ayrıca keşf, kalbe gelen bilgi anlamındaki ilham ile birlikte "keşf ve ilham" şeklinde kullanıldığı gibi, keşfin en ileri boyutu olan müşâhede ile birlikte "keşf ve müşâhede" şeklinde de kullanılmaktadır. Zaman zaman keşfi ifâde için ilham teriminin de kullanıldığı ve bununla hem keşfin hem de o sırada meydana gelen bilginin birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır.
Hakikatin bilgisine ulaşma yolundaki sâlik için ilk mertebe Muhâdaradır. Muhâdara, hazır olma, huzurda bulunma demektir. Bu başlangıç hâli olup ilim ehlinin mertebesidir. ilme'l-yakîn de denilen bu mertebe tefekkür, istidlal (mantıksal çıkarımlar) ve kesb ile gerçekleşir. Hakikate ulaşma yolundaki sâlik karşısında değişik engeller bulur. Allahın inayeti ve sâlikin azmi ile sülûk ilerledikçe bu hicaplar tek tek kalkar. işte bu ilk aşamada sâlik talim ettiği bilgiler neticesinde hakikatin lezzetini yavaş yavaş kalbinde duymaya başlar. Ancak bu duyuş, eldeki ilmin yani delillerin, akli çıkarsamaların ve zihinsel faaliyetlerin sonucu gerçekleşir.
Sülûkunu devam ettiren sâlikin kalbinin üzerindeki perdeler kalktıkça hakikatin zevklerini daha bir içten duymaya başlar. Artık sâlik Mükâşefe mertebesine geçmiştir. Kapalı, örtük olan bir şeyi açık duruma getirmek, iki şey arasında perdenin kalkması ve bu iki şeyin birbirine karşı açığa çıkması gibi anlamlara gelen Mükâşefe, hem perde arkasında ve aklın ötesinde olan bazı şeyleri bilme hem de Allahın tecellilerini temaşa etme anlamında kullanılmaktadır. "Kalb" veya "sır" gözünün açılmasıyla gayb âleminin görüldüğü bu mertebede delîl, akıl ve duyu organlarına ihtiyaç duyulmaz. Ayne'l-yakîn mertebesi de denilen bu mertebe ve sonrası tamamen Allah'ın lütfuyla (vehbî) gerçekleşmektedir. Artık hicabın ötesindeki umur-u gaybiyeye ait bilgilere ulaşma başlamıştır. Bu noktadan sonra kesbe ve zahiri bilgiye ihtiyaç yoktur. Onun yerine Allahın lütfu ile ledünnî ilmin hazineleri sâlik için bir bir açılmaya başlamıştır. Bu aşamada sabır ve sebat ile devam ettirdiği mücahedesinin bir karşılığı olarak sâlikin ruhunda ilahi hakikatin sırları zuhur eder ve sâlik esma ve sıfat hakikatlerini bütün benliği ile duyar, sezer ve bilir.
Son aşama ise Müşâhededir. Bir şeyi temaşa etme ve gözleme manalarına gelen Müşâhede tasavvufta Allahın zuhur ve tecellilerini görmeyi, seyir ve temaşa etmeyi ifade eder. Müşâhede hiç bir şüphe kalmadan Hakkın kalpte huzurudur. Cüneyd-i Bağdadînin (ö.298) deyimiyle kişinin kendini kaybederek Hakkı bulmasıdır. Yüksek bir mazhariyet olan müşâhede, basiretin müşâhedesidir, basarın değil; zira basarla görülüp hissedilen şey Hak nurunun gölgesi, eseri ve tecellisidir. Basiretle müşâhede edilene gelince o, Hak nurunun hakikati ve keyfiyetsiz, kemiyetsiz bir şekilde kalben Hakkı temaşasıdır. Bu mertebede Allah, sıfatları, fiilleri ve melekutunun sırları hakkında en mükemmel bilgiye, marifete ulaşılır. Müşâhede, fena cezbe ve vecd gibi tasavvufi haller içinde gerçekleşir. Sâlik nefsinden fani olup Hakkta baki olması nisbetinde bu hali yaşar. Üstad Kuşeyriye göre bu makamı Amr b. Osman el-Mekkî (ö.297) çok güzel açıklamıştır. Öyle ki, onun üzerine söz söyleyecek kimse yoktur. Bu konuda söylediği sözün mânası şudur: Müşâhede, arada bir perdelenme ve kesilme olmaksızın tecelli nurlarının peş peşe gelmesidir. Bu durum bir şimşeğin hiç ara vermeden sürekli çakması gibidir. Nasıl bir şimşeğin sürekli çakmasıyla gece, gündüz gibi aydınlık olursa, aynı şekilde kalp de sürekli ilahi tecelliye mazhar olunca gecesi olmayan gündüz gibi hep aydınlık olur
imam-ı Gazzali (ö.505) mükâşefenin müşâhededen daha üstün olduğunu söyler. Gazzali gibi Muhyiddin ibnü'l-Arabi (ö.638) de mükâşefenin müşâhededen daha mükemmel olduğunu, müşâhede ile mahiyetin, mükâşefe ile ilahi hakikatlerin temsili manalarının idrak edilebileceğini söyler. Müşâhede bilgiye ulaştıran yol, keşf bu yolun son noktasıdır. Müşâhede Zat-ı Ulûhiyet hakkında, hususi manasıyla Ona ait teveccühe esasa sayılabilecek bir yöneliş; mükâşefe ise ilahi isim ve sıfatları duyup hissetme ve yaşayıp zevk etme halidir.