hayatımda belki de ilk kez, bir şey yazacakken iki kez düşündüm, tam anlamı ile ifşa olmayalım diye ve sonuçta buradayım. normal şartlarda düşünme yetimi hiç kullanmayarak bile sayfalarca kelime dizebilirim, bilirsin, hatta belki en iyi sen bilirsin. aslında bunları buraya değil de bir beyaz kağıda yazıp, postaya verip tahsin banguoğlu öğrenci yurdu-ankara adresine postalamayı düşündüm zira sen bilirsin sabrımın ölçülerinin üç gün kadar geniş olamayacağını.
en son söyleyeceğim şeyi en başta söyleyeyim bu kez; çok seviyorum ben seni çocuk! çok, böyle inanılamayacak kadar çok. gözlerin, ağzın, burnun, kaşların, saçların, parmakların... hepsini ayrı ayrı çok seviyorum. hem de doğduğun günden beri çok seviyorum. he doğrudur kıskançlıktan üstüne minderler basıp seni boğmaya çalıştığım, doğrudur "bayrampaşa'yı temiz tutalım,istanbul'u temiz tutalım" sesini duyduğumda cama çıkıp çöpçü amcaya seni vermeyi teklif ettiğim. çocuktum ya ben o zamanlar, hani her şeyin daha güzel olduğu zamanlar, ben de çocuktum ya bir zamanlar... benim çocukluğum ortalama 8 yaşına kadar sürdü ya hani. işte ondan sonra daha bi çok sevdim ben seni. hiç bir şeyimiz olmadığı zamanlar vardı ya hani; herhangi bir amca eline bir "ikram" bisküvi uzattığında, aslında asla o bisküviye sahip olabilecek paramızın olmadığını bilmene rağmen, ben o bisküviden yiyemeyeceğim için "ablam?" diye umarsız gözlerle aranıp, beni göremeyince bisküviyi reddettiğin zamanlar. yolda yürürken elimi sıkı sıkı tuttuğun zamanlar. sabah 7'de benimle okula gelip, öğlen 1'de kendi sınıfına gidip derslere girdiğin zamanlar. annemin işten akşam 9 civarı geldiği zamanlar. sahi hatırlar mısın bilmem, sen çok üşürdün küçükken. o bembeyaz, tombik ellerin mosmor olurdu. ben soba yakmayı öyle öğrenmiştim, sen üşüdüğün için.
ilk yemeğimi sana yaptım ben, ilk çayımı sana demledim, ilk kahvaltımı sana hazırladım. ilk senin önlüğünü ütüledim, ilk senin ayakkabılarını boyadım, ilk senin beslenmeni hazırladım, ilk senin kavganı ayırdım. bak sen hatırlar mısın bunu da bilmiyorum, tinerci bir çocuğa tekme atmıştım ben, senin burnunu kanattığı için. (tinerci diye sıfatlamayı sevmiyorum ama uygun kelime bulamadım.)
ilk seninle kavga ettim, ilk seninle güldüm, ilk seninle eğlendim ben.
uzun yol otobüslerinde mahvolduğumuz zamanlar vardı. saatlerce yol gidip, aynı günün akşamı saatlerce yol gelip, yolda karnımızı doyuracak paraya sahip olmadığımız zamanlardı. ben sana sarılırdım, sen uyurdun. o zamanlar sana sarılmanın ne büyük nimet olduğunun farkında değilmişim, şimdi şimdi anlıyorum.
şimdi her şey seninle anlamlı. yürümek, oturmak, kalkmak, yemek, içmek, gülmek, ağlamak...
ankara-istanbul seferlerimde senin göz yaşların benim içime akıyor ya hani hep, benimkiler de aynı yere akıyor ve orada birikiyor onlar. ben seni içimde taşıyorum. gözlerimden akanları sana göstermiyorum.
velhasıl,
ben kimseyi kırmam elimden geldiğince, kimseyi üzmem. ama seni kıramam, üzemem. insan kendi elini kırar mı misal? sen benim elimsin, ayağımsın, gözümsün, sözümsün. hayatımdaki ilk adamsın. kimse tarafından yeri doldurulamayacak, yegâne adamsın sen. birine düşünülmeden can verilecekse, o sensin.
sen varsan, kimseye ihtiyaç yok.
sadece karındaş değilsin sen; bebeksin, çocuksun, abisin, dostsun.
beni en iyi sen anlarsın. o hararetli, panikli hâllerimi en iyi sen bilirsin. benim seni kırmama tek sebep, sana zarar gelmesi korkumdur, bunu da bilirsin.
sesimin tınısından anlarsın mutsuzluğumu da mutluluğumu da, ki ben mutsuzken pek konuşmamaya çalışırım seninle ya neyse. işte ben de senin kırgınlığını anladım bugün.