hissedildiğinde yüzünün ışığını alır, kokun güzel olmaz, arkadaşların iyi değildir, yediğinden tat alamazsın, dinlediğin şarkı gürültüdür.
sanırım ömrümce hiç demedim, şundan nefret ederim, ondan nefret ediyorum, diye. kişiler, olaylar ve şeylerle mesafemi hep 'çok sevmek', 'az sevmek' ve 'sevmemek' çizgisini üzerine kurdum. bu yüzden mutlu olacak şeyleri hep çok kolay buldum. sevmiyorsam bıraktım gitti. sevmemeyi bırakıp yeni bir hisse tutunarak hayatım boyu sürüklemedim kişileri, olayları ve diğer tüm şeyleri işte. ya da sevmeyi hiç bırakmadım, bir yolunu bulup sevdim. içimdeki öfke dalga dalga boğazıma kadar geldiğinde bile bağırdım, çağırdım, kırıp döktüm, içip içip dağıttım ama nefret etmedim. nefret hissinden dolayı öfkelenmedim bakıyorum da.
öyle temelden ihanetler denk geldi ki hayatıma, onlar için bile dünyamda yer edemedi bu habis his. arkadaşlık, aşk veya günlük hayatın sıradan hay-huyu ötesinde ihanetler birçok şeyi silip götürüyor demek ki -hisler dahil. ben şanslıydım ki nefret hissi gitti. hala umarsızca sevebiliyorum insanları, dünyayı, güneşi... ve birer armağan addettiğim diğer her bir mucizeyi.
nefret hissini ruhuyla taşıyan birçok insan da tanıdım, denk geldi. onlar için, kıskanç insanlara üzüldüğüm gibi üzüldüm. birçok şeye sahip olup nefretin hırsıyla onlardan hiçbir tat alamayanlar insanlar. gülüşünde mutluluk olmayan insanlar. yürürken bile dünyayla kavga eden, giydiği yakışmayan, her yerde arkadaşları olup aslında hiç sevilmeyen insanlar. nefret en pis uyuşturucudan bile daha derin bir yıkımla çökertiyor ruhu ve bedeni. mutsuzluktan ölen insanlar varsa birçoğu içindeki nefret duygusundan kurtulamamakla cezalandırılmış olanlardır gibi geliyor bana.
içinin en kuytusunu nefrete adamış olanlar ne yaptılar da karşılığında acısını çekiyorlar acaba?
bende bu aralar bir merak bir merak. bir gevezelik hali ki of.