la haine

entry77 galeri video2
    24.
  1. sınıf farkının ve getto yaşantısının aynası olan film.

    -----spoiler-----

    la haine.

    yazıya filmin kısa bir künyesiyle başlamak doğru olacaktır. film 1995 alman-fransız ortak yapıdır. yönetmeni matthieu kassovitz'dir. kendisinin ilk filmi değildir, bu yapıttan önce birkaç küçük işli film çekmiş ve oynamıştır. ama asıl ününü bu filmle elde etmiştir, 1995 cannes film festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü elde etmiştir la haine ile. ayrıca fabuleux destin d'amélie poulain'ın da yönetmiştir kendisi. oyuncular ise filmde gerçek isimlerini kullanmışlardır, vinz - vincent cassel, hubert - hubert kounde, said - said taghmaoui.

    - gökdelenden düşen adamın ne dediğini duydun mu ? düşerken her kata geldiğinde kendine güven vermek için : "şimdiye kadar her şey yolunda", "şimdiye kadar her şey yolunda", "şimdiye kadar her şey yolunda"... nasıl düştüğün önemli değil. nasıl yere indiğin önemlidir. filmin genel konsepti açılış sekansında yönetmen tarafından seyirciye giydirilmiştir.

    bu kısa girişin ardından gelen şarkı da giriş kadar manidardır. bob marley'den burnin and lootin. film paris gettosunda yaşayan, yaşamaya çalışan üç gencin bir gününü anlatmaktadır. bir yahudi olan vinz, arap olan said ve siyahi hubert. bir banliyö ve sadece fıkralarda birleşebilecek bir üçlü. bu üçlüyü bir araya getiren nedenlerin başında fakirlik var, öyle ki çatıda yapılan mangal partisinde said'in sosis almaya yetecek kadar bile parası yoktur ki o da araklar çünkü insan tabiatı aç isen karnını doyur der. bunun yanında ezilmişlik ve ötekileştirilmişlik yüzünden bu gençler okula bile gitmiyor, okulu yakıyorlar. sınıf farkının nedeninin ırkçılıktan öte olduğunu temel problemin para olduğunu söylüyor film.

    film siyah beyaz olarak çekilmiştir, ki zaten böyle bir filmde renklere yer yoktur. bunun dışında çekim tekniği ile ilgili bir detaya daha değinmek istiyorum çünkü çok beğendim. nique la police*'li sahnenin çekim tekniği beni çok etkiledi, 95 yılında bunu başarabilmeleri takdire şayandır.

    http://www.youtube.com/wa...di2li&feature=related

    bir de taxi driver'a yapılan gönderme çok iyiydi, vincent cassel harika bir performans sergilemiş.

    http://www.youtube.com/wa...tqmqa&feature=related

    film derin bir sistem eleştirisi barındırmaktadır bünyesinde. arkadaşları abdel'in polis şiddetine maruz kalması bu üç genci çok etkilemiştir, özellikle de vinz'i. o da eğer abdel ölürse bir polis öldürerek durumu eşitlemek istiyor. böylece polisi öldürerek hem arkadaşının intikamını alacaktır, durumu eşitleyecektir hem de bulunduğu sınıfta saygı görecek, mevkisi yükselecektir. insanoğlunun iktidar hevesinin yaradılıştan beri devam ettiğini görmek zor değil, ha bir devleti kontrol etmek ha bir silahı. bu sırada filmde anlatılan günün öncesindeki gece bir isyan çıkmış ve polisin biri silahını kaybetmiştir ve bu silahı vinz bulmuştur. bir nevi burada silahın el değiştirmesi gücün, iktidarın öteki'lerin eline geçmesini simgelemiştir. yönetmen "bakalım ötekiler gücü kullanmada tereddüt edecek mi ?" sorusunun cevabını vermiştir film boyunca, ve vinz hubert'in kasıtlı kışkırtmalarına rağmen nazi taraftarı dazlağı öldürmeyecek, merhamet edecektir. ve ardından kendisi kurşunun hedefi olacaktır. filmdeki keskin ironilerden biri budur : cinayet işlemeyi kafasına koyan vinz'in öldürülmesi, diğeri ise bu yaşamdan kurtulmaya çalışan ve her daim bulunduğu yerden çıkan silahı yerine sokan hubert'in katil olması. iktidara sahip olanın gücünü dilediği gibi kullanabildiği bir dünyada yaşıyoruz, resmi makam olsun ya da olmasın silah kimde ise onun kuralları geçer. silah polisteyken işkence eder, hatta yanlarındaki çaylağa da işkencenin püf noktalarını gösterir, silah gettoda ise kardeşini döven polislerden intikam alma amaçlı kullanılacaktır. (pompalıyla polisin kolunun parçalandığı sahne )

    üç genç paris'e geldiklerinde tuvalette çıkan amcanın anlattığı hikaye de filmi temellendirir. hikaye şöyledir :

    - güzelce sıçmak gibisi yoktur! tanrıya inanır mısınız? yanlış soru! tanrı bize inanır mı? bir zamanlar grunwalski adında bir arkadaşım vardı. birlikte sibirya'ya yollanmıştık. sibirya'daki çalışma kamplarına sığır vagonlarıyla gidilirdi. günlerce, tek bir canlı görmeden buzlu steplerde yol alırdınız. isınabilmek için birbirinize sokulurdunuz. ama sıçmak, kendini rahatlatmak zordu. bunu trende yapamazsın ve tren sadece lokomotife su almak için durur. grunwalski utangaçtı. beraber yıkandığımızda bile bozulurdu, onunla dalga geçerdim. neyse, tren durduğunda herkes raylara sıçmak için atlardı. grunwalski'ye o kadar sataşmıştım ki tek başına uzaklaştı. tren hareket etti, kimseyi beklemezdi, herkes trene atladı. ama grunwalski'nin bir problemi vardı: çalıların arkasına gitmişti ve hala sıçıyordu. sonra onu çalıların arkasından gelirken gördüm. elleriyle pantolonunu çekiyordu, treni yakalamaya çalışıyordu. grunwalski'yi tutmak için elimi ona doğru uzattım. ama her yetişişinde elini bırakınca pantolunu dizlerine kadar düşüyordu. durup toparlanıyor,
    pantolonunu çekiyor, tekrar koşmaya başlıyordu. yetiştiğindeyse pantolonu tekrar düşüyordu.

    - sonra ne oldu?

    - hiçbir şey. grunwalski donarak öldü. iyi günler.

    hikayede anlatılan grunwalski, sisteme karşı gelen bireydir ve tren de sistemdir. kısacası sisteme karşı gelip çalıların orada sıçarsanız, sistem de sizi içerisine almaz ve yok olmaya yüz tutarsınız. bizim gençler gibi önce gettoya düşersiniz, fakirlikten kurtulamazsınız ve sonunda grunwalski gibi ölürsünüz. filmde bir yer de daha bu işlenmiştir : parti sahnesi. sanat galerisine girdiklerinde etraftakiler gibi davranmayı reddediyorlar, her ne kadar bilgisiz olsalar da konuşmamayı yeğleyip çok dikkat çekmeden karınlarını doyurup çıkabilecekken bunlar etrafa sataşıp kendilerini belli ediyorlar, çalıların oraya gidiyorlar sıçmak için ama sonunda tren kalkıyor ve sergi sahibi bunları kovuyor.

    arada hollywood'a selam çakıyorlar, üçlünün arabayı çalacakları sahne. arabaya giriyorlar ama 3-5 dakika boyunca ters kontak yapamıyorlar, halbuki hollywood'da öyle mi, arabaya girmesi ile arabanın çalışması arasında 4 saniyelik bir zaman dilimi var. filmde tebessüm ettiren birkaç sahneden biriydi, osuruk muhabbetiyle birlikte.

    ve final..
    hani boğaz köprüsü gibi yüksek bir yerden atlarsın suya çarptığında betona çarpmış hissi verir ya final de seyircide beton çarpmış hissi yarattı. bir sahne önce affeden ve sırf affettiğinden arkadaşının haklı olduğu varsayımına ulaşıp silahı ona teslim eden vinz, silahsız kaldığından bok yoluna gidiyor. finalden önceki sahnede üçlü otobüsle gettolarına döner, sahne tam biterken otobüsün ışıkları söner, aslında ne kadar kara bir final olacağının spolierını yönetmen vermiş burada. ve sonunda vinz üçlüye göre sıradan bize göre ise anormal bir günde ölürken humbert katil oluyor... buraya kadar her şey yolundaydı, ama yere iniş sert oldu, hatta çakıldı bizimkiler.

    la haine, paris'te eiffel'i göremeyenlerin hikayesidir.

    tik tak sesleri arasında : sanki bir toplum düşüyor ve düşüş esnasında sürekli kendi kendine : şimdiye kadar her şey yolunda şimdiye kadar her şey yolunda şimdiye kadar her şey yolunda şimdiye kadar her şey yolunda... nasıl düştüğün önemli değil...

    -----spoiler-----
    4 ...