bugün

sevdiği entry'ler

uzak mesafe ilişkisi

roma dan istanbul a kuş uçuşu tam olarak 1400 km'dir.

böyle başlıyor hikaye...

Roma’nın tarih kokan sokaklarından, istanbul’un arsız koşuşturmasına, beşiktaş’taki çaycılara, ortaköydeki kumpircilere, kırmızı ışıkta bekleyen sabırsız taksicilere, umarsız sokak satıcılarına, şehrin bitmek bilmeyen gürültüsüne, havaalanının o bunaltıcı yoluna, sabah gün ağarırken ortaya çıkan deli kuşlarına, ayakta aceleyle içilen bir bardak kahvesine uzanan bir hikaye bu.

iki tane hikayem var bu hayata dair.

Birini yazdım, uzun uzun hem de. bir diğeri de bu işte. Bunu bir mahlasın ardına saklanmadan yazmam mümkün gelmedi, işte budur bu hikayenin kısa olmasının, buraya yazılmasının sebebi...

Güzel bir hayat yaşadım bu zamana kadar.

Kötü insanlar hep vardı etrafımda. Ama tanrının birer lütfu olan da çok insanla tanıştım. Gerçi uzun zamandır böyle insanlara denk gelemiyorum ya. Olsun, hiç şikayetçi değilim, hayattan bunca aldıklarımdan sonra, şimdi işi şımarıklığa vurup da birazcık acısını çıkartmasını hoş karşılıyorum.

Çok eskilerden beridir komik olaylar gelip hep beni buldu durdu. Ya da ben hayatın mizah anlayışını sevdim bilemiyorum. Beni güldürmeyi becerdi, belki ben de mutlu edilmeye çok hazırdım.

işte bu hikaye, mutlu edilmeye hazır birinin mutluluğa yolculuğunun hikayesi. Roma’dan istanbul’a varan iki kelimelik, iki hayatlık bir hikaye.

Üniversite üçüncü sınıftayım.

Oldum olası boyumdan büyük işlere kalkışma huyum vardır. Zaten başıma ne geldiyse bu hayatta iyi/kötü hep bunun yüzündendir.

Yine bir proje kucağımda, inadım tutmuş yapacağım. Yazılım işine yeni yeni başlıyorum, bir stratejim yok tabi, yazılım yapısını çok bilmiyorum, üstelik bilmediğim bir programlama dili kullanmaya çalışıyorum.

O zamanlar ki bundan yaklaşık 5-6 yıl öncesinden söz ediyorum, telefonlar sadece sms atar ve arama yaparken, internet bu kadar yaygın değilken, derdime çare olacak bilgiye bir türlü ulaşamıyordum.

Bir gün evde yine oturmuş, boş boş ekrana bakıp bu işin altından nasıl kalkacağımı düşünürken, telefonum çaldı.

Arayan arkadaşım...

Arkadaşlarıyla toplandıklarını, mutlaka benim de gelmem gerektiğini söylüyordu. Gelmek istemediğimi söylememe rağmen, peşimi bırakmadı. Roma’dan gelen birkaç arkadaşın olduğunu, iki kelime konuşup bu sıkıntıdan onu kurtarmam gerektiğini söyledi.

Ben de naz yapıyorum, çağırmasa da giderdim aslında. O an beni beceremediğim şu işten uzaklaştıracak her şey cazipti. Hem Roma’dan misafirler de kulağa eğlenceli geliyordu.

Hazırlandım, çıktım evden.

Garip bir mutluluk vardı içimde, ben bilgisayardan kurtulduğuma yoruyordum bunu. oysa birkaç sene sonra geri dönüp de baktığımda anladım ki, içimdeki o mutluluk, uzun yıllar yüzümdeki gülümsemenin bir ön sözüydü. Bir giriş cümlesiydi.

O yüzdendir şimdilerde yüzümde gülümseme yaratmayacak bir kavuşmayı istemez olmalarım.

Yüzümü güldürmeyenlerden kaçışlarım...

söyledikleri yere vardım. sıradan bir kafede, sıradan bir bardak kahve ile, sıra dışı birkaç saat geçireceğimi anlamıştım.

Bir an garip hissettim kendimi, neden bilmiyorum çıkıp gidesim geldi o kafeden. Ama arkadaşımın beni görmesi ile heyecanla kalkıp yanıma gelmesi bir olmuştu. Aslında tahmin ediyorum ki, beni görmekten hoşnut olmasının sebebi konuşma yükünü biraz daha bana kaydırma ihtimaliydi.

Masaya vardığımızda iki arkadaşım ve karşılarında komik ingilizce aksanlarıyla insanı ister istemez güldüren iki italyan beni bekliyordu.

Ve şu alışılagelmiş tanışma faslı başlamıştı.

Tino, benim boylarımda, sarışın, narin bir çocuktu. komik bir gülümsemesi vardı ve hiç durmadan konuşabiliyordu. Öyle ki bazen keşke arada bir nefes alsa diye düşünmeden edemiyordum.

adımı söylemiyordu. Aslında söylemeye çalışıyordu da olmuyordu bir türlü. Hatta öyle komik bir hal almıştı ki bu çaba, ismimi düzgün telaffuz etmeye çalışırken ki çabalarından sonra olmayacağını anlayınca boş ver gitsin, bana başka bir isim bul demek zorunda kalmıştım.

Tino ile adım üzerine yeteri kadar pratik yaptıktan sonra tam karşımda duran diğer italyan arkadaşa doğru yöneldim...

garip biriydi. Tino’nun aksine daha sakindi. Benim yaşlarımda olduğunu düşünüyordum, çok sonraları benden 8 yaş büyük olduğunu öğrendim. Benden uzundu. Yorgun gözüküyordu. Ya da durgundu ve bana öyle geliyordu.

Sergio dedi arkadaşın tanıştırmasını beklemeden ve elini uzattı.

ismimi söyledim. Ben heyecanla ismimi nasıl telaffuz edeceğini beklerken, o memnun oldum diby dedi. ismimi söyleyemeyeceğini anlamış, bana yeni bir isim bulmuştu. Bulduğu bu isim, 3 sene boyunca ara ara kulağımda çınlayacaktı. Bana taktığı diğer isimlerle birlikte...

Seçim şansım yoktu, masada kalan tek boş yere, bu sessiz sakin gibi gözüken adamın yanına oturmak zorunda kalmıştım.

Ve sıradan konuşmalarımız başlamıştı.

ilk defa mı Türkiye’ye geldiğini sordum. Gülümsedi...

Amcası istanbul’da bir kurumda çalışıyordu. Onun vesilesiyle sık sık geldiğini söyledi.

Bu çocukta garip bir şey vardı, ama ben bir türlü anlayamıyordum. Zihnimde çözmeye çalıştığım her detayda boğuluyordum. insanları matematik problemiymiş gibi düşünmeyi bırakmalıydım.

istanbul’un sürekli değişen havasından yakındı. Gülümsedim...

istanbul’un bir kadın olduğunu düşün dedim. Ne zaman ne yapacağını asla bilemezsin. O yüzden sen iyisi mi hep hazırlıklı ol.

Şaşırmıştı bu benzetmeme. Bir şey söyleyemedi. Durdu düşündü sadece.

Şımarık ruhum geyik yapmak istiyordu aslında her zamanki gibi. Ama o kadar sakindi ki yanımdaki adam, ister istemez beni de dizginlemişti.

Çalışıyor musun diye sordu.

Neyse ki soru bildiğim yerden gelmişti. O yüzden sınavda bildiği soruyu hızla yapmaya çalışan bir çocuk edasıyla hemen anlatmaya koyuldum.

Okuyorum dedim. Sırf muhabbet olsun diye hali hazırda yaptığım projeden bahsettim ona.

Anlasın ve sıkılmasın diye o kadar basit anlatıyordum ki projemi, böylesi basit bir işi neden yapamadığımla ilgili kendime içten içe kızmaya başladığımı fark etmiştim.

Aslında ben öylesine konuşuyordum, zaman geçirmekti niyetim, ama o sanki televizyondaki bir tartışma programını izler gibi ciddi ciddi dinliyordu beni. Bu kadar ciddiye alınmaya alışkın değildim...

Sonra mantıklı sorular sormaya başladı proje ile ilgili. Şaşırmıştım. Mesleğini sormak gelmemişti hiç aklıma. Öylesi teknik şeyler konuşuyorduk ki, diğerleri bizim muhabbetimizden iyice uzaklaşmış normal insanların sıradan bir kafede konuşması gerektiği şeyler konuşmaya koyulmuşlardı. Grup tarafından adeta dışlanmıştık, ama bundan hiç şikayetçi değildim. Az önce kaçıp gitmeyi düşünürken, ilginçtir şimdi saatlerce orada kalıp konuşmak istiyordum.

Sonunda merak edip de ilk es verdiğimiz an mesleğini sordum. Bilgisayar mühendisiydi.

Sana yardım edebilirim, kodları gönder inceleyeyim dedi ve bana kartını verdi. Mail adresi yazıyordu, telefon numarası, her şey yazıyordu. Tamam, ilk fırsatta göndereceğim dedim. Aslında göndermeyi düşünmüyordum. Sonra neden fikrimi değiştirmiştim.

Elimde duran bu kart, yaklaşık 4 ay daha sürecek olan projemin onunla birlikte başlayan ilk gününün bir sembolüydü. Neden bilmem o günün tarihini attım çok sonraları üzerine, ve kart dosyasının içerisine yerleştirdim.

Buyur etmiştim onu hayatıma, ama ikimiz de bunun farkında değildik...

Eve vardığımda ilk iş bilgisayarın başına geçtim. internet explorer’ı açtım ve bana verdiği kartta yazan şirketi arattım. Havaalanı şirketiydi.

Şaşırdım. Ne yaptığına anlam verememiştim bir bilgisayar mühendisi olarak orada. Aslında çok da kafa yormadım. Sonuçta sadece birkaç saat yazılım üzerine konuştuğum biriydi. O kadar.

Sonrasında kahvemi yapıp, projeme geri döndüm. Kendimi bildim bileli kahveye düşkündüm. Benim için sohbet başlatıcı, dert ortağı, yalnızlığımın ortağıydı kahve.

Birkaç gündür hep aynı yerde takılı kalmıştım, bir türlü ilerleyemiyordum. Forum sitelerini karıştırıyor, internet üzerinden örnek bir şeyler arıyordum ancak yoktu. Olmaması normaldi, zaten daha önce yapılmadığı için yapmaya çalışıyordum.

Bir yandan da Sergio’nun gerçekten de yardım edip etmeyeceğini merak ediyordum. Beni bu dertten kurtaracak birine acilen ihtiyacım vardı ve etrafımda bu işten anlayan başka biri yoktu.

Bu hızla gidersem yetiştiremeyeceğimi anladığımda ona destek olup olmayacağını sormaktan başka çarem kalmamıştı. Sonunda mail yazmaya karar verdim.

Herhangi bir firma ile ilişiğim olmadığından resmi bir mail adresim yoktu. O dönemler çok moda olan, şu forward mail gönderip aldığım mail adresimi açtım ve yolculuğunun nasıl geçtiğini soran bir mail attım.

Konuya direk giremedim, neden bilmem, ayıp olacağını düşünmüştüm. Ve ondan gelecek cevabı beklemeye koyuldum.

Sık mail kontrol etmediğimden ben olsam en erken birkaç gün içerisinde dönerdim atılan bir maile, ama onun iş mailiydi, sanıyorum o yüzden, hemen cevap yazdı. iyi geçtiğini söyledi.

Pek havadan sudan konuşacak durumda değildim aslında.

Konuya nasıl gireceğimi düşünüyor, yazıp yazıp siliyordum. Bana yardım eder misin, kodları göndersem bir bakar mısın, yazılımı kontrol eder misin, bana örnek kod gönderebilir misin vs vs kafamda bir sürü cümle dönüyordu ancak doğru yüklemi seçemiyordum bir türlü. Aslında direk olarak şu kısmı yaz gönder de beni bu dertten kurtar demek istiyordum.

Ben maile ne yazacağımı düşünürken, ondan bir mail daha gelmişti. Projeyi soruyordu. Beni çok büyük bir yükten kurtarmıştı ama farkında değildi.

Sakin kafayla oturup durumu açıklayan bir mail yazdım. Kibarca yardım eder misin diyordum direk bu cümleyi kullanmadan.

Bu mailime de hızla cevap vermişti.

“when you worry, call me, i make you happy” yazıyordu mailde. Bir alt satıra da skype adresi eklemiş ve not düşmüştü, akşam birlikte bakarız...

Gereksiz samimi bir mail geldiği için açıkçası biraz rahatsız olmuştum.

Mail atmamam gerektiğini düşünüp kendi kendime hayıflanırken, mailde zip formatında ekli bir dosya olduğunu fark ettim ve merakla indirmeye koyuldum.

Bu bir Bobby McFerrin şarkısıydı. *
Şarkıyı daha önce dinlemediğim için bana yazdığı satırların şarkıda geçtiğini anlamamıştım.

ister istemez rahatladım. Yüzümde bir gülümseme belirdi. Bu gülümseme yıllarca süren gülümsemelerimin ilkiydi...

Akşamı iple çekmeye başlıyorum.

Anlatacaktım derdimi, o da çare bulacak ya hani. Ve sonra online oluyor.

Garip bir heyecan duyuyorum stresle karışık. Neden bilmem...

Bundan birkaç gün önce kaybettiğimi düşündüğüm biri aradığında yaşadığım hissin aynısını yaşıyorum.

Ben düşüne düşüne konuşurken, o daha bir hafta öncesinde yanımda oturan suskun kişi değilmiş gibi havadan sudan konular üzerine hiç durmadan anlatıyor. Konuya bir türlü giremiyorum.

Sonrasında o geliyor konuya, nedir sorun diyor. Tekrar mailde yazdıklarımı özetliyorum.

Bana kodları gönder diyor.

Gönderiyorum. Nereye bakması gerektiğini söylüyorum. Biraz zaman ver diyor. Veriyorum. Yarım saat sonrasında bana dosyayı gönderiyor bak bakalım olmuş mu diyor.

Kontrol ediyorum. Olmuş... Onun için günlerdir uğraştığım şeyin bu kadar basit olması beni şaşırtıyor.

Yüreğim ferahlıyor.

Ve o andan sonra ona duyduğum minnet duygusuyla onu arkadaşlığa kabul ediyorum.

Sonrasında konuşuyoruz, genelde benden konuşuyoruz. Okuldan, gelecekten, filmlerden, müzikten...

what dreams may come'ı mutlaka izle, ara ara soracağım deyip gülüyor.

Neden adımı söylemeyi denemedin o gün diyorum.

Söyleyemeyeceğimi biliyordum diyor. Hem sana herkes gibi seslenmek istemedim belki de o an, ondandır diyor. Şaşırıyorum. Böyle şeyler duymaya alışkın olmadığımı fark ediyorum.

Biliyor musun aslında biraz Türkçe biliyorum, ara ara arkadaşlarına söylediklerini anladım o masada mesela diyor.

Utanıyorum. Acaba onun hakkında bir şey söylemiş miydim diye düşünüp duruyorum. Bir sessizlik oluyor ister istemez. korkma diyor, kötü bir şey duymadım ben.

Ben de tam onu düşünüyordum diyorum. Gülüyoruz.

Bu adam sanki zihnimi okuyormuş gibi, garip bir duyguya boğuyordu beni.

Şimdi o zaman projede takıldığım yerleri sana sorabilir miyim diyorum.

Sergio ne demek biliyor musun diyor. Sonra devam ediyor, hizmetkar demek. Size hizmet etmekten mutlu olacağım diyor.

Şaşırıyorum, bir şey diyemiyorum.

Uykum var diyerek konuşmayı sonlandırıyorum.

Yarın yine onunla konuşmak isteyerek ve bunu kendime bile itiraf edemeden kapıyorum bilgisayarı.

Ertesi gün, sonraki gün, sonraki gün proje üzerine çalışıyorum.

Ara ara online oluyor, halimi hatırımı soruyor.

O kadar dijitalim ki ona karşı, söylediği her şeyi o kadar matematiksel cevaplarla, o kadar yalın, duygudan o kadar uzak cevaplıyorum ki, bir gün dayanamıyor.

Uzun uzun gülüyor ve sana bundan sonra mario diyeceğim diyor.

Mario ne demek ki diyorum.

italya’da en çok kullanılan erkek ismi diyor.

Neden öyle diyorsun ki sen bana şimdi diyorum. Çünkü dışarıdan bakılınca tam bir hanımefendi gibi duruyorsun, ama tanıdıkça yaramaz küçük bir erkek çocuğu olduğunu görüyorum diyor.

Gülüyorum. Mario, diby’den sonra bana taktığı ikinci isim oluyor. Ve sonrasında 2 sene boyunca bana hep öyle hitap ediyor.

Ona italya’yı soruyorum sonraları. Bazen uzaklaşmak ister ya insan bu hayattan. Benimki işte aynen öyle. Onun hayatına merak salıyorum. Roma’yı, işini, evini, arkadaşlarını, evine çok yakın olduğunu söylediği fontana di trevi’yi, italyan yemeklerini, her şeyi soruyorum.

Herşeyi anlatıyor.

Her gün başka şeyler öğreniyorum ondan.

Havaalanında hava trafiği ile ilgili yazılımlardan sorumlu olduğunu, iki katlı kocaman teraslı şirin evini, bahçe komşusunu, iş arkadaşlarının isimlerini bile biliyorum artık.

Bu arada ara ara projeme de yardım ediyor.

Hayatımda ilk defa ailem dışında birinin varlığına alışıyorum. Üstelik hiç korkmadan.

Bir gün bana terasının fotoğrafını gönderiyor. Çırılçıplak bir terastan yemyeşil bahçeler görüyorum.

Ben olsam sıkılırdım bu terasta diyorum. Neden ki bak etraf ne güzel diyor. başkalarının cennetine bakmak hiç de cazip gelmiyor oysa bana, ben kendi cennetimde yaşamayı seviyorum. Öyle söylüyorum ona. Sence nasıl olmalıydı peki diyor soruyor.

Uzun uzun anlatıyorum. Bir an olsun hayallere dalıyorum. Oysa, küçük bir çocuğu dinler gibi Gülümseyerek dinliyor beni. Bazen acaba çok mu çocuğum ki ben diye düşünüyorum.

Hayal dünyasında yaşadığımı söylüyor, dedim ya bu adam gerçekten de zihnimi okuyor. Ve ben bazen korkuyorum...

Ben de senden bir şey istemiştim ama yapmadın diyor.

Zihnimi zorluyorum bir türlü ne istediğini ve neyi yapmadığımı bulamıyorum.

Söyleniyor.

what dreams may come'ı izlemedin ama hala diyor.

Hatırlıyorum, o gece onu izlemeye söz veriyorum. Ve o gece filmi izledikten sonra garip duygularla uykuya dalıyorum...

Birkaç gün sonrası.

Sabah uyandığımda bir mesaj görüyorum. Genelde sabahları mesaj atmaz oysa o bana, işi olur. Ne oldu ki acaba diye cevap yazıyorum.

Sana o kadar yardım ettim, bana borçlusun ama umurunda değil diyor.

Hikayelerimin mutlu sonlarla biteceğine kendimi inandırdığım için belki içimde bir şeyler kırılıyor sanki.

Canım yanıyor. Al işte diyorum kendi kendime, sen hayal dünyasında yaşıyorsun, oysa gerçek. Çevrendeki herkes gibi, her şey gibi madde. Böylesi iyi insanların sadece masallarda olabileceğini düşünüyorum.

Üzülüyorum bir an, cevap vermek istemiyorum. Bitecekse bile güzel bitmeli hikayem diyorum.

Sonra gülümsüyor.

Neden cevap yok, sormuyor musun nasıl borcunu ödeyeceğini diyor.

Şımarık ve kırgın bir kız çocuğu gibi, nasıl ödeyecekmişim diyorum.

Bana kahve ısmarlayacaksın diyor.

Nasıl yani diyorum.

Hadi hazırlan, birazdan yola çıkıyorum, havaalanından al beni diyor.

Dalga geçtiğini düşünüyorum. Oysa çok ciddi.

Hayır, biletim var, geliyorum, telefonum var sende, saat 3 gibi inerim, mutlaka ara diyor.

Bana neden bu kadar güvendiğini anlayamıyorum. Ve benim havaalanına nasıl cesaret edip gittiğimi. yarım saat sonra havaalanı yolunda buluyorum kendimi.

Neden olduğunu kendime bile açıklayamayarak, sokak kenarlarında amaçsız yürüyen insanlara bakarak, trafikteki korna seslerine karışarak, martıları seyrederek, avucumda bana verdiği kartı sımsıkı tutarak...

havaalanına varınca arıyorum. Beni bekliyor. Uzaklardan görüyorum, ayaklarım geri geri gidiyor, o bana doğru geliyor, biliyorum ki arkamı dönüp gitsem de yetişecek. hoş geldin diyebiliyorum bir tek. O kadar soğuk bir karşılama ki, oysa içimden böylesi gelmezken. Ama başka türlüsü gelmiyor ki elimden. Çıkış kapısından alıyorum onu, yakınlarda kahve içebileceğimiz bir yere götürüyorum.

Neden bilmem konuşamıyorum pek.

Daha çok o anlatıyor. işlerden, italya’dan bahsediyor. italyanca öğrenmeyi düşünmüyor musun, iyi bir öğretmenimdir, öğretebilirim diyor.

Kabul ama bir şartla diyorum, sen de türkçe’ni ilerleteceksin ve ingilizce konuşmayı bırakacağız. Kabul ediyor. O andan itibaren ben ona Türkçe öğretmeye başlıyorum, o da bana italyanca öğretiyor. Ve biz bir kafe’de birbirimizin söyleyemediği her kelimeye gülerek, kimse umrumuzda olmadan üç saat geçiriyoruz.

Çok sonraları, bana söylettiği bazı kelimelerin, benim ağzımdan duymak istediği sevgi cümleleri olduğunu öğreniyorum. Ve ben konuşurken yüzüme bakıp gülümsemesinin nedenini daha iyi anlıyorum.

Onu havaalanında uğurladığımda söylediği “ciao mario” sözü bir süre kişisel iletim olarak kalıyor ve her seferinde kulaklarımda çınlıyor.

Ve ben o günün de tarihini de, kartının üzerine not ediyorum.

Sonraları ara ara Sergio, bir bardak kahve bahanesiyle istanbul’a geliyor. Ve beni bir masal kahramanı olduğuna inandırıyor...

(...)

roma dan istanbul a kuş uçuşu tam olarak 1400 km'dir.

Tavşan, orda mısın?

Yanlış yazdığını düşünüyorum ve merak ediyorum kiminle konuştuğunu.

hey mario, cevap ver diyor sonra. Tavşan ne alaka ya diyorum.

Sen The Rabbit and the Turtle hikayesini duymadın mı hiç? Tavşan gibi bir hızla başladın italyanca’ya ama ben kaplumbağa olarak senden çok daha fazla ilerledim Türkçe’de diyor.

Gülüyorum çok, çünkü doğru söylüyor. Sonra kamerayı aç seni mario ile tanıştırıcam, yanımda duruyor diyor.

ilk defa böyle bir talebi oluyor, şaşırıyorum, açıkçası kimseyle tanışasım yok, o yüzden açmasam olmaz mı diyorum ancak çok da bir şey söyleyemiyorum, adam görür falan ayıp olsun istemiyorum. Olmaz mutlaka tanımalısın mario’yu, senin kameran kapalı olsa da olur diyor.

sıkıla sıkıla kamera talebini onaylıyorum. Benim kameram kapalı, tanımadığım bilmediğim biriyle böyle bir yolla tanışmaktan çok hoşnut olmadığım da tepkilerimden çok belli. Sergio ise gülüyor. Önce kamerada onu görüyorum. Sonrasında da mario’yu. Sonrasında gülüyorum, çok gülüyorum. Beyaz küçük bir tavşan. Terasta Sergio. Arkasında çiçekler. Benim tarif ettiğim teras.

Ve bana söylediği o söz.

“Asıl cehennem, yolunda gitmeyen hayatındır. sen benim cennetimsin mario" * diyor.

Diyecek söz bulamıyorum, susuyorum.

Orada, bin yıl susabilirim biliyorum. Bin yıl konuşmasam, bin yıl zaman hiç değişmese, o teras, güller, batmak üzere olan güneş hep aynı kalsa istiyorum.

Bir tabloda yaşasak istiyorum. Orada olmak, o anı fotoğraflamak, ve ölene kadar o anda kalmak...

Uzak mesafe ilişkisinin ne kadar berbat olduğundan dem vurur insanlar.

Uzak dediğiniz tam olarak ne ki? Ben 1400 kilometre uzaktaki birine, şu an burada olsaydın keşke demedim hiç, o hep yanımdaydı, beni hiç bırakmadı. Biz hiç ayrı geçen günlerimizi saymadık. kavuşmamıza ne kadar kaldığını düşündük durduk.

Hani öyle birini buyur edersiniz ki hayatınıza, dünya yansa size bir şey olmaz diye düşünürsünüz ya. bir kafe’de bir bardak kahve ile başlayan sohbetin böyle anlamlanacağını bilemezdim.

Sonraları istemeden uzak oldum ona. Korkuyordum. Kendimi kaptırmaktan, beni bırakıp gitmesinden. Tüm bunların öylesine yaşanmış olmasından. Benim onun gözünde, onun benim gözümde olduğu kadar derin anlamlar içermemesinden.

Tüm bunları konuşacak cesaretim yoktu. Çocuktum. Hala öyleyim...

Ara ara italya’dan konuşuyorduk. Görmek istediğimi söylüyorum oraları. işte hepsi o kadar. Bazen projemi soruyordu, bense hiçbir şey olmamış gibi davranıyordum. Biz iki iyi arkadaştık ve öyle kalmalıydık. Onun da öyle düşündüğüne emindim.

Projenin sunum gününe iki gün kala son bir şey istenmişti, bu proje hem bir firma için yaptığım bir işti, hem de bitirme tezi yerine geçecekti. Son istedikleri şeyi yapacak gücüm yoktu oysa, yorgundum.

Sergio sen uyu ben hallederim, ama kontrol etmeden sakın yayınlama demişti gözlerim uykuya yenik düşmeden hemen önce.

ilk defa onun sözünden çıktım.

Zaten gerçekten iyi bir yazılımcı, onun yazdığı şeyi kontrol etsem ne olacak ki diyordum kendi kendime.

Ve sabaha karşı gönderdiği projeyi sunum dosyalarımla birlikte alıp, beyaz gömleğimin altında gizlenen ürkek tavırlarımla jüri’nin karşısına çıkmıştım.

Projeyi anlattım önce. Sonrasında yazılımı görmek istediler. Tüm özgüvenimle açtım yazılımı.

Sırayla tüm menüleri dolaştım. Herşey tam olması gerektiği gibiydi. Sunumumun sonuna gelmiştim, içim rahattı. Programı kapatma tuşuna bastığımda garip bir şeyle karşılaştım. siyah bir ekran geldi önüme. Sonrasında karşımda “seni seviyorum mario” yazısı. Jüri, ben... perdede yazan yazıya bakakalık.

Asla tahmin edemeyeceğim bir şeyle karşı karşıya kaldığımda bir an tepki veremiyorum. Aynen öyle oldu. Bir süre ekrana baktım durdum.

Sonra özür dileyip kapattım ekranı. Jüri anlamadı, içimden mario’nun ben olduğumu bilmiyor olmaları ne büyük şans diye geçirirken ve baştan aşağı kıpkırmızı bir halde durumu toparlamaya çalışırken kafamda binlerce soru dolaşıyordu.

Ne diyeceğimi bilemeden geçirdiğim bir saat sonrası, projemin ödül aldığını ve bir firma tarafından satın alınacağını öğrendim. iki hafta sonra iş teklifi aldım.

Ve ben şu anki işim dahil hayatımdaki birçok şeyi sergio’ya borçlu olduğumu yeni yeni anlıyorum.

Perdedeki o yazı geliyor aklıma bazı bazı, gülümsüyorum.

Doğum günümde bana gönderdiği o kocaman kutu geliyor aklıma gülümsüyorum.

italya’nın dört bir yanından aldığı ve arkasına onunla bir gün italya’da görüşürsem nerelere gideceğimizin, neler yapacağımızın her detayının yazılı olduğu sayısız kartpostalla dolu o sihirli kutu geliyor aklıma gülümsüyorum.

Ve son kartın arkasındaki yazı geliyor aklıma yine gülümsüyorum.

“Bir gün buralara geleceksin mario. Ben seni cehennemde bile buldum, sence italya’da bulamaz mıyım?” *

Tam olarak 1400 km’dır Roma’dan istanbul’a kuş uçuşu. Ama bazen 0 km’dir. Mesafe yoktur arada.

Çok okuyan mı bilir?
Çok gezen mi?
Bence çok seven bilir.

işte bu hikaye böyle bitiyor.

Bir yerlere yazılsın, hiçbir karşılık beklemeden insanların yüzünü güldürenlerin hala yer yüzünde bir yerlerde nefes aldığı bilinsin istedim.

Onunla büyüdüm ben. Ona teşekkür etmek istedim her şey için.

Seni seviyorum’un dili, dini, ırkı olmadığını öğretti bana.

Seni seviyorum demeden, sevdiğini söylemeyi öğretti.

Geç yatma erken uyanıyorsun diyerek...

Sıkı giyin üşüme diyerek...

Kendini bu kadar yorma diyerek...

Üzülme, sen üzülürsen ben de üzülürüm diyerek...

Sen uyu şimdi, ben sabaha hazır ederim bu işi diyerek...

Sen yokken sevdiğin çikolatalardan yiyemiyorum diyerek...

Varınca beni aramayı unutma merak ederim diyerek...

Çok kahve içme hasta olacaksın diyerek...

Orda olsam burnunu bile silerdim, yeter ki iyileş diyerek...

Trafikte dikkatli ol diyerek...

Sen bana lazımsın diyerek seni seviyorum demeyi öğretti.

Roma-istanbul kuş uçuşu tam 1400 km.

Roma-istanbul arası kuş uçuşu tarifsiz mutluluk, sonsuz gülümseme...

iki tane hikayem var bu hayata dair.

Birini yazdım, uzun uzun hem de. bir diğeri de bu işte. Bunu bir mahlasın ardına saklanmadan yazmam mümkün gelmedi, işte budur bu hikayenin kısa olmasının, buraya yazılmasının sebebi...

Diğer hikayem mi?

Bir kitapta saklı, satır satır gerçek hikayemin yazıldığı bir kitapta. Bekliyor öyle, benim son bir cesaretle tamam dememi bekliyor.

Şu hayatta en zor şey kaybolmak.

isminle, cisminle görünmez olmak.

Belki bir gün, ki o gün çok yakındır, dibi dibi rek olduğumu bilmeden bir kitapta diğer hikayemi de okursunuz kim bilir.

O zamana kadar paylaşabileceğim başka hikayem yok.

The end.