bugün

entry'ler (17)

the great fire

bleeding through albümü.

http://www.bilirkisiheyet...-the-great-fire-2012.html

1999'da Orange County, california'da kurulan, altı beceriksiz adamdan müteşekkil Amerikalı metal grubu Bleeding Through -"heavy metal" dersem başım belaya girer-. 31 Ocak 2012'de yedinci stüdyo albümleri The Great Fire piyasaya sürüldü. Bu hafta yayınlanan indie albümlerinin pek iç açıcı olmamasının etkisiyle hevesle dinlemeye koyuldum albümü.

The March bize tehlikeli bir yola girdiğimizi hissettiriyor. Neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmeden kaygıyla ilerliyoruz derinlere doğru. Yaklaştıkça hercümercin sesini duymaya başlıyoruz. Çok şükür ki beklediğimiz kadar korkunç çıkmıyor muhatabımız. Ama bir şeylere çok kızmış olduğu aşikar. Sorgusuz sualsiz, bam güm kavgaya dalacakmış gibi varıyla yoğuyla ama yürek yeterli değil bildiğimiz gibi.

ilk üç şarkı grubun idollerine saygı duruşu gibi geçiyor. Aslında albüm boyunca sırıtan Slayer, Pantera taklidi riffleri fark etmek konsantremizi bozuyor. Goodbye To Death girişindeki riff direkt "Megadeth Megadeth aguante Megadeth" olmuş. Ama aynı şarkının devamındaki tempo bizi ingiliz atlılarının hücumuna uğramış piyadeye çeviriyor, öyle bir karmaşa. The Devil And Self Doubt'in ortaları herhalde yaklaşık 40 dakika boyunca en zayıf düştükleri anları barındırıyor. Şeytanla mücadele etmek kolay değil. Adamı grindcore'dan alır nu-metal'e savurur.

Grubun diğer albümlerini dinlemedim ama okuduklarımdan anladığım, önceki işlerinde clean müziğe daha çok yer vermişler. The Great Fire'da da tamamen uzak durmuyorlar tabii ki: Trail Of Seclusion'daki çaresizce hüzünlü giriş, duygusal Joe Satriani aralığında duran solo; Entrenched'daki sakin ve temiz girişlerle ileride âlâsını gösterecekleri yavaş yavaş yaklaşan kıyamet tasviri, Back To Life'ın ortalarına doğru kıvılcım gibi parlayıp yok olan Opeth-vari brutal-clean geçişi, (Final Hours'ta da bir benzeri var ama Manga'ya bağlamışlar. Hatta biraz da Finger Eleven -iyi gruptur- olmuş) ve hatta Guy Ritchie'nin Sherlock Holmes filmlerinde duyabileceğimiz tarzda gerilim müzikleri.

Vokal iki heceden birini diğerleriyle aynı ölçüde söyleyerek zaten yaratıcılığa pek müsait olmayan alanlarını iyice daraltmış. Brandan Schieppati'nin sesi yaptıkları müziğe çok uygun ve bu da prodüksiyonun kötülüğünü az çok telafi ediyor. Duyduğumuz şeyin "harika" olduğunu söylemeyiz ama grubun göstermeyi amaçladığı öfkeyi, adam bildiğin kusuyor en yırtıcı haliyle. Gitarlar ekstrem metal dediğimizde gözümüzün önüne gelen -sinestezik miyiz lan biz?- figürden fazla uzaklaşamıyor. Zaten 2000'lerden sonra eline gitarı alıp da 20-30 yıl önce thrash metal gruplarının yapamadığı bir şeyi yapan kimse yok. Davulcunun ne yapmaya çalıştığını anlamak imkansız. insan kulağının ayırt edemeyeceği hızda çalmak istiyor da ortam müsait değilmiş gibi davranıyor en alakasız yerde tırrrrrrr yaparak. Lise yıllarında, çalmayı bilmeyen çocuğu stüdyoya davul çalmaya götüren grubun maruz kaldığı muamele -çocuğun şarkıdan bağımsız oynak ritimler çalmaya çalışması- tipinde bir amatörlükle çalıyor Derek Youngsma.

Şarkıları birbirinin kopyası tekrarlamalar olmaktan çıkaran etken tabii ki orkestral düzenlemeler. Çoğu yerde zararsız öfke gibi duran bu müziğe karanlık değil de en azından kasvet katıyor (gitarist tremolo koluna asılmak suretiyle baltalasa da). Bunlar olmasa "albümden bir şarkı seçip yaklaşık 40 dakika boyunca dinlemekle albümü baştan aşağı dinlemek arasında bir fark yok" derdim ama durum o kadar vahim değil. En uzunu 4 dakika olmak üzere kısa, hızlı, meraklısına yetecek şarkılar. Son olarak, müzik tarihinin "Black Sabbath'tan önce" ve "Black Sabbath'tan sonra" diye ikiye ayrılabileceğinin göstergelerinden biridir bu albüm.

5,1/10

kaktüs çiçeği

http://www.bilirkisiheyet...e-kaktus-cicegi-2012.html

2011'de Tuttu Fırlattı ile patlama yapan Gökçe'nin işbu parçayı da barındıran üçüncü albümü Kaktüs Çiçeği, medya oynatıcılarındaki yerini aldı. Ben orjinal CD'sini edindim tabii ki. Pasaj Müzik tarafından yayınlanan bu albüm için müzik şirketlerine çok teşekkür ediyoruz.

Girişindeki melodilerin de tasvir ettiği gibi "her şeye rağmen bildiğini okuyan" insan profili çizen ve aralardaki ufak öfke simülasyonlarıyla Gökçe, "kime ne" diyor ama bir yandan da gözlerin üzerinde olmasından memnun.

Barış Bıçakçı'nın Veciz Sözler'inde söylediği gibi "bütün çiftler izlendiklerinin farkındadır". Gökçe de istisna teşkil ediyor değil belli ki, sevgilisiyle birlikte arzıendam etmeye oldukça hevesli. Hatta özendirmekten çok kıskandırmak isteyecek kadar hin düşünceli. Ayrıca aman geniş aralıkta çalmayın, tıpkı "Oh Olsun"daki gibi sololar hep böyle tekrar edici olsun!

"Tuttu Fırlattı", albüm çıkmadan evvel, 2011'de single olarak yayınlandı ve bir de klibi çekildi. Bayağı da popüler oldu. Şarkı herkesçe bilindiği gibi Kultur Shock'tan bildiğimiz Tutti Frutti'nin bir yorumu. Böyle diyince orjinal halini Gökçe coverlamadan önce biliyormuşum gibi oldu, bilmiyordum. Söz-müzik kısmında da Gökçe'nin ismi geçiyor. Başta Jimmy Page etkisi dedim ama hakkaten farklılıklar varmış. Tabii ki nakaratlar şarkının en güçlü anları ve Gökçe'nin bestelemediği çok bariz, bestelediği kısımla kıyaslayarak farkedebiliriz.

Gökçe'nin vokaline uyup form değiştiren diktatör özentisi gitar riffi üzerine umursamaz bir kasıntılıkla söyleyişinden vazgeçip acizliğini kabullenen "Ne yapardım"da "Sevdan Olmasa" esintileri gördüm.

Sözlerini Hikmet Münir Ebcioğlu'nun yazdığı "Kıskanırım Seni Ben"i Gökçe'den önce söyleyenler arasında Zeki Müren ve Erkin Koray da var. Yani bu sözler de psikopatlık falan değil düpedüz dangalaklık. Müzik zaten sıkıntısı olmadığı için kendine dert yaratmaya çalıştığını doğrular nitelikte.

Teoman'ın tarzına benzettiğim "20'li Yaşlarım"ın ikinci yarısındaki ritmin içinden 10cc'ye benzer korkutucu-alaycılık fışkırıyor ve "20'li Yaşlarım", mutsuz insanın ya ıstırabın yahut can sıkıntısının pençesinde olduğunu söyleyen Schopenhauer'a Gökçe'nin cevabı gibi: seçmek zorunda olsa tercihi ıstıraptan yana olurdu.

Şarkının ortasında dayanamayıp nihai hedefinin sevişmek olduğunu itiraf ediyorken, öncesinde bu kadar ciddi olması garip. Diğer dizeler nakarat ile kıyaslanınca "ne alaka?" dedirtiyor. "Çok bunaldım, sevişelim"e getirmek istiyor olabilir. Fazla kurcalamayalım, şarkının ismi özetliyor her şeyi: "Sorma Neden"

Aşkını devam ettirmeye çalışırken, erkeğin her "senle bir şey konuşmak istiyorum" deyişinde içi gidiyor sanki, "aha ayrılmak istiyor" düşüncesi hücum ediyor aklına. Ritimlerin gerilimli havası bunu çağrıştırıyor. Suç kendinde ama beklediği şey başına gelince de melankolik takılmaya başlıyor. Hafif dengesizlik var "Bitti Mi?"de

"Başkası"nda yayvan söyleyiş tarzı, dert ettiği şeyi anlatırken milyonlarca çocuğun ilk şiir yazma denemelerinde aklına gelen "başkası" temasından öteye geçemiyor. Albümün en zayıf şarkısı.

"Tuttu Fırlattı"nın remixi, bilgisayarda bir programla halledebileceğimiz gibi orjinal şarkının sadece biraz hızlandırılmış hali. Tabii araya "tutt tut tuttu" kekelemeleri de koymuşlar, o kadar değil.

Albümde tamamen Gökçe tarafından yazılmış 4 şarkı var. Aynı tarzdaki benzer grupların inanılmaz kısır melodilerinden fazlası olduğunu ispatlıyor ama bir şarkıda birden fazla melodi kullanmanın da israf olduğunu düşünüyor sanırım Gökçe, pek cimri. Albüm, birçok grup üzerinde teşhis ettiğimiz vokal melodisinden solo yaratma hastalığından mustarip ve Gökçe kafayı ilgi odağı olmaya takmış.

6,2/10

bağcılar

"Derler ki; dünyaya hepsi birer harika olan piramitleri hediye eden Eski Mısır medeniyeti bizim şu an bulunduğumuz noktadan çok daha ileri seviyedeydi ve piramitlerin inşası bu sayede mümkün oldu. Ama dünya devridaim halinde olduğundan dolayı medeniyetler yok oldu, onlardan geriye sadece bu harikalar kaldı. Yani dünyamız sürekli kendini yeniliyor, uygarlığımız belli bir seviyeye ulaştıktan sonra sıfırlanıyordu. iddiaya göre bu sistemin tek istisnası Bağcılar semti. Bin yıllardır aynı halinde seyreden Bağcılar, dünya tarihinin en istikrarlı oranlarına sahip üremesiyle ne yok oluyor, ne de etkilenmesi muhtemel gelişmelerden nasiplenip ilerliyordu."

http://www.bilirkisiheyet...cilar-uzerine-deneme.html

leonard cohen

old ideas incelemesi için: (#14492391)

lana del rey

(#14492571)

born to die

pitchfork'ta yayınlanmış, lindsay zoladz tarafından yazılmış ve 10 üzerinden 5,5 puan alan albüm incelemesinin tarafımdan yapılmış ve yani boktan olma ihtimali yüksek çevirisi:

http://www.bilirkisiheyet...rey-born-to-die-2012.html

gerçek olan bir hayalin sonu ne olur? daha spesifik olursak; paçavraların manikürlü parmağını şakırdatan birer zengine dönüştüğü, gatsby'nin yüzme havuzunda james dean ile öpüştüğü, radyolarda çalındığı, gerçek olan bir amerikan rüyasından bahsediyoruz. lana del rey'in born to die'ını tasvir ederken sorulacak esas soru budur. arzu ediyor olabileceği her şeye sahip: aşk, pırlantalar ve diet mountain dew; ama yine de "ölmek istiyorum" diye söylüyor tamamen neşeden yoksun şarkısında. liz phair izahına göre, istediğin her şeye sahipsen ve hala mutsuzsan, bu demektir ki sorun kendinde.

son altı aydır yaratılan aldatmacaları ve laçkalığı göz önüne alırsak her şeyden önce sadece bir şarkı için burada bulunduğumuzu unutmamız olası. "video games" sırf bunun del rey'in büyüleyici sesinin takdimi olduğundan değil, bir de günümüzde nasıl yaşadığımıza dair şimdiye kadar duyulmamış bir şey önermesinden dolayı bir asabiyet ortaya koyuyor. niyeti ne olursa olsun, kendi tutkularımızdan kopup ayrılışımıza dair bir metafor olarak "video games", açık sözlü, sivri dilli ve hakikatli, ve birbirine uyumlu birer akor yürüyüşüne ve melodiye sahip. öyleyse, etrafındaki dünya vesilesiyle ve bunun yanında insan duygusunun temel işlevi sebebiyle ulaşılmaz hissettirmesi born to die'ın en nihai hayal kırıklığı.

gerçek ismi elizabeth grant olan "lizzy" lakaplı şarkıcı akla indie çevresindeki ev yapımı kısa videoları getiren bir ev yapımı kısa video ile amacına ulaşmış olabilir ama "radio"nun akıp giden soundu ve hassaslığı, born to die'ın en dürüst niyet mektubu ("bebeğim sev beni çünkü radyoda çalıyorum/ şimdi nasıl buluyorsun beni?), yüksek bütçeli pop listesindeki yerini kesin olarak sağlamlaştırıyor. born to die'ın prodüktörlüğünü geçmişinde eminem, lil wayne ve kid cudi gibi isimlerle çalışmış olan emile haynie yapıyor ve albümdeki etkileyici, gür atmosfer, albümün savunucuları ile kötüleyicilerini birleştirecek tek şey olabilir.

albümün kendini tekrarlayan temaları her notadan dışarı sızıyor: seks, uyuşturucu, del rey'in buğulu vokalindeki parlak hareketlilik. yaylı sazlar, trip-hop altyapıları ve 1950'lerin tıngırtılarından kupleler mevcut ve mike daly (plain white ts, whiskeytown) ve rick nowels (belinda carlisle'nin "heaven is a place on earth"ü) gibi tek tabanca bestecilerden yararlanılarak kotarılmış melodiler tek tek oturtulmuş. fakat değişken, radyo dinleyicisi kesimi hedef alan bir albüme göre pop göstergelerinin çoğu bayat ve sakat duruyor. "million dollar man" şarkısında del rey fazlaca ilaçlanmış fiona apple gibi ağır ağır söylüyor ve "diet mountain dew" ve "off to the races" bu şarkıcının ortaya koyacak karakterde olmadığı derecede konuşkan, pırıl pırıl parlayan bir zenginliğe hitap ediyor.

albümün bakış açışı "böyle tanımlamak gerekirse" tezat ve modası geçmiş duruyor. eğer 10 kratlık tuz tanesiyle birlikte "para varolma sebebimizdir/ bunu herkes bilir/ muck muck" şeklinde bir dize görürseniz karar sizin lakin "paris-hilton'un-elçantasında-chihuahua-olunan" hayat tarzındaki dürtüye göre bile topal ve anlamsız kalıyor bu (lily allen'in 2008 yılındaki ruhsuz-alaycı ama alttan alta itaatkar single'ı "the fear"ın aksine). yine de, gözlerinde dolar işareti çıkması born to die'a mahsus bir saldırı değil: uluslararası borç batağının getirdiği uyanış ve "işgal et" eyleminde bile watch the throne'a hayran olmamak elde değil. ama bu jay ve kanye'nin hayalperest fantezilerinin eğlenceli olmasından ileri geliyor. bu arada del rey'in mücevher odaklı hayal dünyası, spesifik çağrışımlardan çok klişelere bağlı: ("tanrım! çok yakışıklısın/ al götür beni hamptons'a). gerçeği özlettiren bir fantezi dünyası.

fantezilerden bahsetmişken: lana del rey'in etrafındaki tartışma, müzikteki cinsiyetçilik üzerine bazı ciddi karamsar gerçeklerin üzerine vurgu yapılmasına vesile oldu. türünün genellikle kadınlara özgü bir alanda "geçmişi ve özellikle görünüşü hakkında" oldukça derinlemesine bir incelemesine konu olmuştu. ama born to die'ın cinsel politikaları da sorun yaratıyor: del rey'in içindekini açığa vurduğu ya da kendini dondurma-külahı-yalayan bir seks objesinden daha kompleks gösterdiği bir şarkı bulmada işiniz oldukça zor. ("blue jeans"teki albümün şarkı sözü muhteviyatının %65'ini oluşturan bir dize: "seni sonsuza dek seveceğim/ bir milyon yıl beklemem gerekse bile"). del rey eleştiri olarak görülebilecek bir şey sunduğunda bile ("bizi kız yapan şey budur/ ayrılmayız çünkü sevgimiz ön plandadır"), olan biteni değiştirmek, uzaklaştırmak veya aşmak için hiç çaba sarfetmeyeceğimiz bir yola arıyor ("seni ağlatmasın bu/ ağlama"). amerika büyüklüğünün ihtişamı ve hayallerin içinin boşluğundaki tespit gereği kavramlarla konuşursak born to die, del rey'in kendi güzel, karanlık, sapkın fakat zerre kıvılcımın olmadığı ve hiçbir şeyin ortaya koyulmadığı fantezi dünyasını sunma niyetinde.

zamanında ellen willis'in yazdığı bette midler eleştirisi: "yaygaracıların kurnazlığı doğru şartlar altında etkili bir biçimde içten gelebilir ve insanın "fakat özellikle kadının- içindeki ile dışındakinin arasındaki gerilimin deneyimini açıklar" fakat born to die kesinlikle bir gerginliğin yahut karmaşıklığın bir araya gelmesine izin vermiyor ve kadın cinselliği üzerindeki tutumu tamamen munislikle sona eriyor. sevgi ve bağlılık üzerine bütün cıvıldayışlar neticesinde albüm tıpkı bir orgazm taklidi, yanmayan el feneri suretindeki şarkılar yığını.

orjinal metin: http://pitchfork.com/revi...lbums/16223-lana-del-rey/

old ideas

Büyük söz yazarı Cohen'in daha yeni çıkan Old Ideas albümünün Telegraph'ta yayınlanan, Neil McCormick tarafından yazılmış ve tam puan alan albüm incelemesinin tarafımdan yapılmış ve yani boktan olma ihtimali yüksek çevirisi:

http://www.bilirkisiheyet...cohen-old-ideas-2012.html

Leonard Cohen "Bir aşk şarkısı yazmak istiyor/ Bir bağışlama marşı/ Yenilgilerle yaşama kılavuzu/ Acının getirdiği gözyaşları/ Bir kurbanın telafisi/ Ama istediğim, onu tamamlayacak şey bu değil" diye fısıldıyor yedi yıl sonra gelen, özgün şarkılarından oluşan ve 1967'den bu yana çıkardığı sadece 12. stüdyo albümü olan Old Ideas'ın açılış şarkısında.

Düşünceleriyle mücadelesini üçüncü şahıs ağzından anlatarak Cohen, kendini kurnazca "takım elbise içinde yaşayan tembel bir piç kurusu" olarak tanımlıyor ama onun efsanevi slow metodlarının işi tembellikten daha çok şairsel dehanın kesin standartları olan derinlik, incelik ve muhakeme ile ilgili.

Bu bahsettiğimiz mücadeleden ortaya çıkan şarkı Going Home, sonu nereye varacağı şüpheli, hüzünlü bir vazgeçiş. Webb Sisters’ın insan üstü iç çekişleri de eklendiğinde Cohen'in bitkin sesi bize şefkatle acının yahut yükün olmadığı, Cohen'in "giydiği bu kostüm olmadan" geri döneceği bir yeri işaret ediyor.

77'sindeki Cohen'in tuhaf isimli Old Ideas'ı sadece kendi yaşını değil, insanoğlunun zayıflığını anımsatan, eskimeyen temaları, alaycı şekilde idealize edilmiş durgunluğu kapsıyor. Amen ve Come Healing gibi şarkılardaki korkusuzca son verme duyusu ve Banjo ve Lullaby'deki hoş teslimiyet düşünceleri sebebiyle bu albüm yine de hayatın ve aşkın içindeki umutsuzluğun esiri. Prodüktör Patrick Leonard ve diğer sağlam albüm çalışanları sayesinde Cohen 1988'deki I'm Your Man'den bu yana elde ettiği en özellikli temel olan klavye yürüyüşlerine kadar (minnetle) yayıldı.

Leziz kadın armonileri nakaratları taşıyor ve Cohen'in tek renkli sesini renklendiriyor ama nazikçe bir kısıtlamayla çalan, akıp giden keman dokusuyla, Cohen’in nüktedan deyişinin arasında inci gibi parlayan trompet ve mızıka melodileriyle örülmüş bir canlı performans grubunun yapısal eğilimlerine sürükleniyorlar. Ölümüne hayranların, kudurtan şehvetin tükenişinin kasvetli gülünç hatırlatıcısı Crazy to Love You'da naylon telli gitarını elleriyle çalışını duymak için heyecanlanırken hammond organ ve blues gitarlar, insan formunun çıplak imgelemi olan Darkness'a sinsice sokuluyor.

Kapanış parçası Different Side, delip geçici, parçalara ayrılan bir ilişkinin psikolojik bakımdan keskin bir sorgudan geçirilmesi olan bir hoşçakal dileğinden başka bir şey değil.

Cohen'in betimlemesi baştan aşağı hoş, düşünceli ve ara sıra ürkütücü. Müzik muhteşem oturtulmuş, ne ağır ne de çok süslü; süzülüp giden, kulağa ve ruha doğal gelen fakat belli belirsiz gözüken derinliği göstermek için deşici. Kısaca, beklediğimiz gibi tam bir deha ürünü. Bazen "eski düşünceler" en iyisidir.

Şunu indirin: Show Me the Place

Orjinal metin: http://www.telegraph.co.u...-Old-Ideas-CD-review.html

the king of limbs

albümün pitchfork'ta yayınlanan, mark pytlik tarafından yazılmış ve 10 üzerinden 7.9 almış incelemesinin tarafımdan yapılmış ve yani boktan olma ihtimali yüksek çevirisi:

http://www.bilirkisiheyet...e-king-of-limbs-2011.html

madem in rainbows'taki müziğin dört yıldır kendi çalışma mekanizmasıyla ön plana gelme imkanı vardı, öyleyse, aslında dürüst bir iş problemi çözme girişimiyle sarmalanmış bu albüm unutulmaya meyyal. istediğin-kadar-öde sistemi sadece radiohead'in alicenaplığı değildi; sarsılmış müzik endüstrisiyle yüzleşmek için yöneltilecek tek ve en önemli soruyu sormak için tanınırlıklarını ve daha yeni kazandıkları bağımsızlıklarını kullanıyorlardı: download çağında çıkan bir albümün grubun fanları için değeri nedir?

geçen hafta pazartesi günü duyurulan ve sonra da planlanandan bir gün önce kızgın fanların önüne bir sığır bifteği gibi fırlatılan, grubun sekizinci albümü yardım kutusu modelinden vazgeçiyor ama yine de kendini müziği nasıl tükettiğimiz ve müzikle nasıl ilişki kurduğumuz hakkındaki kavramları sorgularken buluyor. 37 dakika süren sekiz hafif parça barındıran the king of limbs, radiohead'in 40 dakika seviyesinden az süren ve aynı zamanda modern albüm ile ep arasındaki belirsizliğe düşen ilk albümü. daha da ötesi, eğer radiohead müzikleri hakkında yeni bir soru sormak istiyorsa bu kasten kısa kesilmiş ve neredeyse meydan okuyucu duruyor.

thom yorke, ağustos 2009'da the believer dergisine "hiçbirimiz o uzunçalar kayıt şamatasına girmek istemiyoruz" diye konuştu. "ciddi bir külfete dönüştü. in rainbows'ta işe yaramıştı çünkü o zaman nereye gittiğimiz konusunda sabit fikirliydik. ama hepimiz dedik ki muhtemelen bir daha böyle bir işe girişemeyeceğiz. başımıza bela olur." bu bir radiohead üyesinin alenen albüm formatını inkar etme hayali kurmasının ilk örneği değildir ama en ikna edicisi olabilir. the bends, ok computer, kid a, amnesiac ve in rainbows kalıbında kayıtlar yapma stresinden kurtulmak için açıkça taahhüt şartlarını değiştirmekten daha iyi bir yol olabilir mi?

radiohead'in sekizinci kaydı the king of limbs, dikkat çekici bir şekilde, üzerine düşünülmüş ve uyumlu, aynı zamanda evvelki albümlerindeki spektrumun dışında bir yerde duran bir müzik bütünlüğü sunma girişiminde. büyüleyici akustiklerinin yahut grubun pazardaki dekorunun zedelenmemesi için söylemiyorum lakin kendi kilometre taşlarının çoğunun aksine, grubun yeni gelenekler oluşturmak için bütün beklentilere meydan okumasının zerre kadar mantığı yok.

onun yerine, çoğunlukla ufak duran ama grubun daha önce keşfedilmiş yönlerinin doğal evrimi olan sekiz şarkı var elimizde. açılışı yapan "bloom", radiohead'in robotik birer sıkıntılı davul döngüleri ve ritmik bir düğüm halindeki dökülen klaksonlar sekansıyla geri dönüşünü duyuruyor. "morning mr. magpie", eski bir canlı versiyon akustik balladın daha bir huzursuz formda yeniden biçimlendirilmesi. parçanın neşeli yapısı buzlu parlak bir yüzeye dönüşüyor. dağılan gitar formlarıyla birlikte tıkırdayan, fışırdayan perküsyon çalışması "little by little" kulağa döküntü ve sağlıksız geliyor. bu arada, "feral" parçasında yorke'un sesi eğilip bükülüp, camdan daha keskin ses çıkaran üzeri örtülmüş davul şablonuna karşı stereo kanalı etrafında vızıldayıcı şekilde yankılanan, james blake-vari kıvrılmalara evriliyor.

albümün bu daha ritmik yarısında, elektronik perküsyonü -tabii ki- ağır, ama bir de davulcu phil selway'in dengesiz zaman işaretleri üzerine kurulu abartı vurgularla birlikte şekilleniyor. daha öncelerden gelen kapsamlı grup enerjisi, bu arada, sanki kendi küçültülmüş bir versiyonuna doğru azalmış. "bodysnatchers"ı kotaran grup bu değil; bu adamlar, şarkıların çekip koparan bunaltısına uygun düşen kesin, neredeyse bilimsel bir kısıtlamayla çalıyorlar.

daha yumuşak, daha hayalci olan ikinci kısımda cisimler, ritimlerin geri plana çekilmesi ve daha geleneksel şarkı yapılarının ön plana çıkması ile saldırıya geçiyor. büyük ihtimalle bir ballad olmadığı ve nakartı olduğu için albümden önce single olarak yayınlanan "lotus flower", yorke'u sinsi, tiz modda akılda kalıcı olmayan hooklar* savurur halde yakalıyor. albüm, önce allak bullak flanşlanmış** piyano akorlarının, uzun, ağlamaklı ses titremelerinin ve en davetkar haliyle yorke'un ön plana çıktığı "pyramid song"un uyuşturulmuş kuzeni "codex" ve sonra akustik, gitar öncüllü, yıkılmak üzere olan harikulade armoni duvarına tiz sesler doluşturan call-and-response*** "give up the ghost" ile devam ediyor. son parça "separator", aklıselim, orta tempoda, 1990'lar radiohead'i ile neil young dokunuşundan ilham almış gitar çalışmasıni birleştiren ve başladığı karmaşık patırtıdan kilometrelerce uzakta hoş ve basit bir notayla kapanış. tam bir yığıntı olan ilk yarıyla kıyasladığımızda albümün siz farkına bile varmadan bitişe ulaşan son geniş bölümünde, bütün o açık alanla ilgili tatmin edici bir şey var. albümün 37 dakikasından bile daha hafif hissettiren iyi ambalajlama numarası.

yani: sekiz parça, hepsi harcadığınız vakte değer ve hatta the king of limbs muhtemelen radiohead'in en çok anlaşmazlık yaratan kaydı diye kabul edilebilir. forumlarda ve sosyal medyada yapılacak bir tarama, birçok hayal kırıklığına uğramış fanın elde ettikleri harikuladelik ile elde edeceklerini düşündükleri deha arasındaki boşlukta mana aradığı izlenimini veriyor. albümü genel olarak değerlendirdiğimizde kafaların karışmasının normal olduğu o boşluk. orası radiohead'in en alışılagelmiş arazisi ve grup faydalı ürün vermeye devam ediyorken grubun imzası olan tamamen değişme tutkusu cevapsız kalıyor.

* hook: Bir parçanın dinleyicinin dikkatini çeken, kulağına takılan, en akılda kalan melodik bölümü.
** flanş : "flange" Bir ses dalgasının kopyasının, orjinaliyle görece küçük bir zaman farkı oluşturacak şekilde mikslenmesi sonucu yaratılan bir etkidir
*** call-and-response : Solist bir cümle söyler, buna enstrümanla cevap verilir ya da bir enstrüman melodik bir cümle çalar, askıda bırakır, buna cevap olarak çözülen bir melodi çalar.

orjinal metin: http://www.pitchfork.com/.../15149-the-king-of-limbs/

el camino

the black keys adlı muhteşem grubun muhteşem, her şarkısı ayrı şaheser albümü.

http://www.bilirkisiheyet...-keys-el-camino-2011.html

Brothers albümünün barındırdığı 60'lar ruhunun gizli etkisini düşünürsek; The Black Keys El Camino'da başını retro-soul'a daldırarak 2010'daki atılımlarının nimetlerinden akıllıca faydalanıyor. Nasıl bir tüccar ruhlu olduklarından yola çıkarak idrak ediyoruz ki the Black Keys bir Sharon Jones yahut Eli “Paperboy” Reed gerçekliğinde karar kılmıyor: ikilinin sade ve zayıf şarkı yazarlığına karakter ve parlaklık katan prodüktör Danger Mouse'u gruba geri getiriyorlar. Son kısmında Zeppelin* ağırlığına ulaşan akustik parça "Little Black Submarines" dışında albümdeki 11 şarkının her biri dört dakikadan kısa sürüyor ki 38 dakikalık rock & roll akını, the Black Keys'in bir önceki Danger Mouse işbirliği olan 2008 tarihli belirsiz plağı Attack & Release'e tamamen zıt bir albüm ortaya çıkıyor. Bile bile sürüklendikleri, El Camino'nun gözünü ana yoldan hiç ayırmadığı bu sapakta: albüm vintage bedendeki modern motor ile caddede uçarcasına hız yapıyor. Danger Mouse, şarkılara basitçe serpiştirdiği bayağı orglar, fuzz** gitarlar, talk box**lar, geri vokal yapan kızlar, tamburinler, ayak ritimleri ve alkışlar üzerine sapasağlam inşa ettiği, dikkatlerden kaçmayan bir glam üslubu katmış. Her unsur geçmişteki bir şeyi anımsatıyor -- Motown beatleri ve glam rock gitarları mevcut -- ama her şey bir modern prizma çatlağı gibi: ritimlerde kıvraklık var fakat bu ritimler ikilinin hip-hop'a olan meyillerini göstermeye yetecek kadar sıkı; parlak yüzeylerin postmodern kolajlar olması bize müşterek işitsel hafızamızı işaret ediyor. Tüm bu müzik tarihindeki dönemleri bulandırma işi feci bir güzel vakit geçirme hizmeti. Herhangi diğer Black Keys albümünden fazlası olarak El Camino, her biri öncekinden daha büyük darbeli veya daha bir pislik çukuru kayıp 45 single'ın 11 tanesinden müteşekkil bir koleksiyonun çalındığı dobra dobra bir parti. Ne söylediğiniz nasıl söylediğiniz kadar itibar görmüyor: El Camino tamamen saçmalık, havalı ve oldukça bağımlılık yapıyor.

* : Led Zeppelin.
** : Birer elektrik gitar efekti oluyor bunlar.

yahudilerin çok iyi rol yaptığı gerçeği

(bkz: Miller s Crossing)

torrentleech

davetiyesini bulmanın hiç de zor olmadığı tracker.http://filesharefreak.com...-torrent-swapping-forums/
şu linkte bahsi geçen forumlardan 2-3'üne girin.forumlarda takılın falan rahatlıkla bulursunuz.ratio probleminiz varsa da seba14'ün hile paketlerini kullanın.ben de yeni üye sayılırım power user olunca hepinizi davet edeceğim, söz.

leper messiah

aslında ana riffi mustaine'e ait değildir.dave, metallica şarkılarına olan katkısından bahsederken, bu şarkıdaki riffin kendi yazmış olduğu ride the lightning'in riffine benzerliğini belirterek "bunu ben buldum" falan demiştir.gerçekten de teknik olarak benzerler birbirine.gerçi dave'den daha önce kirk bu tarz bir riff yazmıştır (bkz: trapped under ice).yani dave'in albümdee isminin geçmesini gerektirecek bir durum yoktur.

gurur duyulan türkler

(bkz: necip fazıl kısakürek)

yanlış anlaşılmış şarkı sözleri

doğru olan: aşk sakızı mısın?
benim anladığım: aşçı kızı mısın?

paolo maldini

kariyeri:
Uefa Şampiyonlar Ligi (1989,1990,1994,2003,2007) *
Intercontinental Cup (1989, 1990)
Avrupa Süper Kupası (1989, 1990, 1994, 2003)

italya Serie A (1988, 1992, 1993, 1994, 1996, 1999, 2004)
italya Süper Kupası (1988, 1992, 1993, 1994, 2004)
italya Kupası (2003)

temel fıkraları

Nasreddin Hoca göle maya çalıyor...Oradan geçen Temel sorar:
-Hocam, ne edeyisun?
-Görmüyor musun?Göle maya çalıyorum.
-Uyy hocam, ne edeceksun o kadar yoğurdi?

orhan hakalmaz

Diskografi:

1997 - Kara Tren
1. Kara Tren
2. Olmaz Olsun
3. Yeşil Ördek
4. Meşelidir Engin Dağlar
5. Zahidem
6. Harman Yeri
7. Çiçekler Ekiliyor
8. Bir Yiğit Gurbete Gitse
9. Pınar Başından Bulanır
10. Kendim Ettim
11. Hac-el Obası
12. Ala Gözlüm
13. Aşığa Bağdat Sorulur Mu

1999 - Destegül
1. iki Keklik
2. Şu Kışlanın Kapısına
3. Senden Bana Yar Olmaz
4. Gönlüm Ataşlara Yandı Gidiyor
5. Bir Of Çeksem
6. Hel Hele Verin Geline
7. Güzel Ne Güzel Olmuşsun
8. Mendilim işle Yolla
9. Ey Gül Dalı
10. Ham Çökelek
11. Salın Da Gel
12. Seherin Vaktinde
13. Sarmaşık Gülleri

2001 - Sevilir
1. Anam Ağlar Başucumda
2. Gel Yanıma
3. Gurbette Ömrüm Geçecek
4. Bu Bağda Dolanırsan
5. Yarim Senden Ayrılalı
6. Dersini Almış Da Ediyor Ezber
7. Bir Taş Attım Alıca
8. Ah Bu Gurbet
9. Çiçekten Harman Olmaz
10. indim Yarin Bahçesine
11. Dirmilçikten Gider Yaylanın Yolu
12. Şu Yüce Dağları Duman Kaplamış
13. Dön Beri Dön Beri Yüzün Göreyim
14. Sevilir

2002 - Türkü Yolu
1. Gerizler Başı
2. Minarenin Alemi
3. Ahirim Sensin
4. Zor Gelir
5. Dostun Bahçasına
6. Gün Doğmadan
7. Ceyranım Gel Gel
8. Çekemedim Akça Kızın Göçünü
9. Yeşil Başlı Telli Turnam
10. Oyalıda Yazma Başına
11. Hapishaneler Güneş Doğmuyor
12. Söyleyim Bayburt'un Vasf'ı Halini
13. Doyulur Mu
14. Garip Bir Kuştu Gönlüm

2004 - Yalan Dünya
1. Yalan Dünya
2. Telli Turnam
3. Asmalıdır Evimiz
4. Yazımı Kışa Çevirdin
5. Çarşambayı Sel Aldı
6. Kaşların Karasına
7. Tanburam Rebap Oldu
8. Dağlar Başı Olsaydım
9. Karlı Dağlar
10. Denizin Dibinde Hatçem
11. Bir Ay Doğar
12. Kömürlük Dağı
13. Hac-el Obası

2005 - Türkü Yılı
1. Bozdoğan Zeybeği
2. Hiç Sevmeyi Denedin Mi
3. Sokak Başı Meyhane
4. Düğününde Ağladım
5. Sarı Yaylamda Seni Yaylayamadım
6. Yayla Yollarında Yürüyüp Gelir
7. Sen Gelmez Oldun
8. Ana Beni Eversene
9. Emirim
10. Gönül Gurbet Ele Varma
11. Ah Tren Kara Tren
12. Güzele Bak Güzele
13. Yıllarca Sinende Gezdirdin Beni
14. Yaban Çiçeğim

2006 - Sazım Sevdam
1. Bir Elimde Sevdam Bir Elimde Sazım
2. Mapushane içinde Yanıyor Gazlar
3. Bugün Bana Bir Hal Oldu
4. Balaban Açış
5. Laleler
6. Yüceden Mi Geldin Sen Seher Yeli
7. Acem Kızı
8. Kolay Değil
9. Gemiler Giresun'a
10. Kırmızı Buğday
11. Sular Durulur Derler
12. Tar Açış
13. Altın Hızma Mülayim
14. Aç Aç Kolları
15. Yandım Allah Yandım Yutamıyorum
16. Kahveyi Kavururlar
17. Keman Açış
18. Sevdiğim Kız Gelin Olmuş