bugün

entry'ler (16)

cezai ehliyeti olmayan sozluk yazari

ceza alamazasa, güvenlik tedbiri alır dingo'nun ahırı değil ya burası. aman diyim, akıllı olsun.

iyi geceler sözlük

yalnızlığımı bağırsak kurtlarımla ve sözlükle paylaşıyorum.. öyleyse neden sözlüğe iyi geceler dilemeyeyim zuhurunu yaşayan bünyenin dışa vurumu. komünükeyşin önemli. biliyorum yalnızsın, konuşmaa. biliyorum, çünkü ordaydım. had-i bakim..

sıkıntılı zamanlarda beliren koy götüne insanları

bayılan bireye tokan atarak uyandırmaya çalışan insanla aynı işlevi görür. lazımdır.

yol arkadaşım

başlayamıyorum mnskm. bu nebçim iş. en klişelere en küfrettiğim nalet okuduğum hallere sokuyor beni-bizi. bu ne ulan. 'sezen aksu'nun muhteşem bıdısı', 'aşkın, hasretin harika anlatıldığı hede'..ikiyüzlü müyüm neyim. kur bu cümleyi. kemiririm, olmadı ağzımda cips gibi eritim. gocunursam en şerrefsizim(şerefsizin bir ikna aracı olması).

ben sana küsüm aslında.. dıbıdıp dıbıdıp..
gerekirse en popüler kültür tüketicisi bile olurum ben etiketle lan, korkmuyorum.

izmirli kadınların hafifmeşrep olma ihtimali

sınırları olmayan ve ahlaksızca sohbet eden erkeklerin alemin kralı olmalarından hemen sonra ulaşabilceğimiz genellemedir. ben ulaştım, evet.
hık mık..

yakışıklı adamların aslında hep yalnız olması

yakışıklı adamların aslında götlerinin kalkık olmasının getirisidir.

uludağ sözlük

çok kalabalık, takip edemiyorum.
(bkz: kerata)
tısıtıss.

suc bireyseldir kitlelere mal edilemez

cezanın amacı konusu tartışılırken, konuya katık edilen bir görüş, teori, eleştiridir.

kızların bayıldığı filmler

(bkz: persona)
(bkz: det sjunde inseglet)
(bkz: the big lebowski)
(bkz: a bout de souffle)
gider..
(ne sandın yapraaam?)

sözlük yazarlarının doğum günleri

16 ekim.
(sırf 17 ekim'i gördüğüm için yazdım. yoksa benim bile skimde değil, zaten sdfşlk neyse..)

tanım şeysi: sözlük yazarlarının doğum günleri; nikaltlarının 'iyi ki doğmuş güzel yazar' tadında entirilerle bezeneceği günler.

nuri bilge ceylan

-sinema estetiğinde önem verdiğiniz en önemli öğe nedir?
''detaylar..çehov en sevdiğim yazardır. onun bir sözü var. öyküde bir tabanca görünüyorsa patlamak zorundadır. ben en sevdiğim yazar olmasına rağmen onun bu sözüne, özellikle sinema için inanmıyorum. Aslına öykü için de inanmıyorum. Bir silah görünebilir ve patlamayabilir. Yani her şey bir öykü içinde diyalektik bir bağla birbirine sımsıkı bağlı olmak zorunda değildir. Sinema izleyicisi artık "leb" demeden leblebiyi anlayacak bir hale geldi. Böyle bir "zorunluluğu" feda ederek başka bir dünyanın kapılarından içeri girme şansımız doğuyor. Yani öykünün parçalanması, zedelenmesi detayların başrole çıkmasına neden olabiliyor. Ve detaylar da bazen bir öykünün söyleyemeyeceği çok daha başka şeyleri söyleyebiliyor. ''

kaçıklık diploması

gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkan güzel film ama senaryosu zayıf kalmış. örneğin kocanın kimliği belirsiz. murat sağcı mı solcu mu?iyi mi kötü mü, seks manyağı mı nedir? asıl olarak karakterlere dayalı bir film ama kişilikler yeterince işlenmemiş.bu boşluklarda abartıya kaçılarak giderilmeye çalışılmış.(nur'un hamlet gibi deli olması gibi.) haliyle, karikatürleştirme biçiminde kalmış. selçuk yöntem de pek bir şey yapamamış, arada kalmış garibim.

moğolların davulcusu engin yörükoğlu yan tip olarak girip filmin sevgi temasını aşırı didaktik bir şekilde kafamıza kakılmasaydı( ne diyordu;'.. sevgi tavugun gögus kısmı gibidir, biberin tatlısını yemektir, emeğinin karşılığını almaktır...'), nur’un çocuğunun ölümü gibi konular geçiştirilmeseydi daha iyi olurmuş.
üzerinde yeterince çalışılmış bir film değil.

persona

''bütün endişelerimiz ihanete uğramış.. düşlerimiz, bu anlaşılmaz vahşet, kaybolan şeyler için duyduğumuz korku ve dünyavi koşullarımızın acı dolu ağırlığı yavaş yavaş dünya dışı bir umudu olarak kristalize oluyor. inanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sesiz bir çığlık ve sessizlik, farkedilmişliğimizin en müthiş kanıtı.''

başkalarının huzurundaki varlık ile kendi içindeki varlık arasındaki yarılmayı, ayrılmayı anlatan bergman filmi.

the lost city

andy garcia filmi.
''1958'lerin havana'sında bir grup insan zevk içinde yaşarken diğerleri diktatör batista'nın baskısı altında ezilmektedir. fidel castro ve ernesto che guevera'nın devrimci güçlerinin şehre girmesi üzerine, şehrn birinci sınıf müzik klübü el tropico'yu işleten fico fellove(andy garcia) ailesini ve sevdiği kadını birarada tutmanın mücedelesini vermek zorunda kalır. komedyen/yazar (bill murray) ise arkadaşı fico'nun olayların içine doğru sürüklenmesine tanıklık edecektir. devrim her şeyi değiştirmektedir. tüm bunlara rağmen ülkesinin uğradığı kültürel yıkımı ve insanların değişimini izlerken fico'nun hatıralarını canlı tutacak şey küba müziğine olan aşkı olacaktır.'' (dvd arkası şeysi)
yorumum; puhaha

çok bağımsız bir bakış getirmiş; izle dediler, izledik ama 'bağımsız bakışı' süren 143 dakika boyunca, kalçaları pantolonun altından külodu sıkıştırdığı için popunun girdiği pörtlek şekliyle ya gördük ya görmedik hacı. hatta fidel'i itin götüne sokmuş çıkarmış bile denilebilir. hakkında; 'sirk hokkabazı', 'kendini isa ilan eden kamçılı' vb sıfatlarları eklenmiş vs.. ricardo'yu, luis'i ( ki; 'luis o gözlere nasıl kıydılar yiğidim') ailenin yüz karaları yaratarak basit göndermeler yapmasaymış, kamusallaştırma hadisesine; varlıklı bir ailenin miğdesine düşkün şişko amcasının verdiği hırçın tepkiden öte yaklaşabilseymiş, bu devrimciler soksafon'a emperyalist enstrümanı diyorlaaar eleştirinin yetersizliği bu kadar göze batmasaymış, batista dönemi hakkında yeterince argüman verilseymiş; 'evet devrim herkesin hayatını farklı etkilemiş, hı hı evet değişik yau..' derdik, bence derdik. ama bu haliyle, andy sözüm sana; karizma o biçim.. ama olmamış abicim.

ha bir de; yıl 1958 olmasına rağmen mobilyaların bellona vento köşe takımlarını andıran minimalist çizgileri, aha şimdi şurdan bi plazma çıkacak beklentisini yaratmadı değil.

buena noches.

a bout de souffle

filmde; başı yasalarla ve kötü adamlarla belaya girmiş bir adet erkek ile kadının hikayesi işleniyor. aşk, ihanet, trajedi..klasik sinema tripleri işte diyip geçecekken filmin olayı devreye girerek 'a-ha işte dur bakalım' diye rest çekiyor size..

godard, yönetmeni teknisyene çeviren bu klişe hikayelerden sinema anlatımını sorgulatan farklı bi stille çıkıp, bik bik eleştirilere savrulacak seyirciye; farkımı farketmedin ya artik farketsen de farketmez selamı çakmamış değil.

sinemacıların kullandığı manayla 'sıçrama' hadisesini açı ve montaj hatası olmaktan çıkarıp estetik bir öğe yapması, ona kaderinin bir oyunu değil. filmin finalinde başroldeki elemanın polisler tarafından vurulması atraksiyonunun zaman atlamasına uğraması da ibnelikten ziyade; godard'ın klasik sinemayı parçalayarak kendi analizini yaratması olarak nitelendirilebilinir-yor.

senaryosunu francois truffaut yazmışmış. jules et jim ile kıyaslanır mı..bilmiyorum.

ayrıca;
''benim filmlerimi kimse sonuna kadar izlemez"-godard

kundun

buda dini ve inancını anlatmaktan, öğretici bi film olmaktan çok; dalay lama'nın amerikan tarzı yaşam öyküsü biçimine girmiş bir film.
müzikleri de tamam güzel de, hacı bi yerden sonra insanı filmden koparıyr beeh.

meraklıları için;
bertolucci'nin (bkz: küçük buda)
tarkovsky'nin (bkz: kurban)
bergman'ın (bkz: sesizlik)
rosselini'nin (bkz: stromboli)
tavsiye edilir.