bugün

entry'ler (20)

sözlüğe bir bilgi bırak

gökkubbede kalan hoş bir sada imiş...

sözlükte tartışacak kaliteli yazar bulamamak

"tartışma" hastalığından muzdarip kişi beyanı. 'boynuz geçirme' hasreti var. illa bir şeylerde haklı çıkmak istiyorlar. egoistliğin, narsistliğin nadide örneklerinden...

münazara, musahabe, mübahase gibi fiillerden bihaber olması, bunlara yabancı olması muhtemel.

kadir mısıroğlu

rahmetli üstadı anlamak müşkül, onun ufkuna sahip olabilmek...

yazık ki onun bildiklerinin, zekatı kadar bilmeyenler onu cehaletle,

onun vatanperverliğinin çeyreğine sahip olmayan ve onun bu uğurda çektiklerinin yüzde birini çekmeyen, yaptığı fedakarlıkların binde birine ulaşamayan, ödediği bedellerin milyonda birini öde(ye)meyen "nadan"lar ona ihanetle suçluyor.

ve onun "DELiL iLE" ileri sürdüğü 'HAKiKATLER'e itiraz edemeyen, edecek kıratta olmayan, ve karşı çıkabilecek bir yanlış da bulamayanlar, onun sözlerine, -onlarca- iddialarına cevap vermekten aciz kalıp, ancak onun haysiyetle şahsiyetine saldırmaya tevessül ediyor. kendi acziyetlerine gözler önüne seriyorlar, bilenler için...

elhamdulillah ki, üstat gibilerin açtığı yolda, aydınlattığı istikametlerde ve sahiplendiği dava uğrunda ardına bıraktığı miras ve arkadakilere yol haritası ve fethettiği nice gönüller var. allah ganiy ganiy rahmet eylesin.

büyük harflerle: her şey hak için

zamanda yolculuk

"yuvarlakta düz" gibi bir saçmalık ve mantık hatası ve gerçekliğe muhalefet ihtiva eden terkip.

zaman, sadece bir kavram, ve soyut bir kavram. zaman üzerinde durulabilen, işlenebilen bir şey, bir mekan, bir aralıksız bir süregelme, bir boyut değil.

evet ! aynştayn yanıldı, en azından bazı noktalarda.

evet ! onun yanılabileceğine hükmedebilecek kadar aklıma ve bilgime güveniyorum.

hayır ! düşündüğün gibi kibirli, kendini beğenmiş, çok bilmiş biri değilim.

hayır ! insanları putlaştıran, ve "bilim" dini rahiplerinin "hata yapmaz" ve dokunulmaz olduklarına inananlardansan, hemfikir değiliz, kafamız uyuşmaz.

"zaman" diye isimlendirdiğimiz mefhum, tıpkı bizim "video" , "film" diye isimlendirip -bildiğimiz halde, bile bile- kendimizi aldattığımız, yanılsamaya hakikat muamelesi yapıp, gerçekle yer değiştirttiğimiz bir "ilişki". nasıl ki bize 1 saniyelik gelen bir video kaydı aslında 24 'sabit' resim/fotoğraf karesinin, ardarda çok hızlı bir şekilde birbiri ardına gelmesiyle oluyor ve biz onu "gözlerimizin yaratılışı icabı" yeknesak, tekdüze, aralıksız, mütemadi, sürekli gibi hissediyoruz, zannediyoruz. zaman da birbiri ardına, çok küçük zaman birimleriyle gerçekleşen hadiselerin art arda gelmesi neticesi bize tek parça gibi gelmesi yanılsamasından ibaret.

yani "dün" aslında yok. evet çünkü "dün" bir yer değil. şu anda durmuyor, dün mevcut değil. 'dün'ü oluşturan art arda gelen oluş ve kılışların, milisaniyelerle ölçtüğümüz toplamına zaman desek de, dün aslında yok. yani bir nesne olarak, bir 'şey' olarak yok, durmuyor. zaman çizgisel bir boyut değil, belki farkedilemeyecek kadar küçük ve çok noktaların kronolojik sırayla art arda algılayışımıza verdiğimiz isim. tıpkı saat, dakika, saniye gibi kavramlar da gerçekte elle tutulur şeyler değil, bizim bazı şeyleri basitleştirme, sembolize etme ve kolaylık olması için mevcut olan ölçüler. tıpkı metre gibi.
ama büyük bir farkla, metreyle ölçülen şeyler gözle görülen, elle tutulabilir somut gerçek nesneler. zaman mevzu bahis olduğu zaman elimizde böyle oynayabileceğimiz, üzerinde durabileceğimiz, işleyebileceğimiz, inceleyebileceğimiz bir oyuncağımız YOK ! yani üzerinde durduğumuzu sandığımız tahta, ayaklarımızın altında değil aslında !

yine insanın "şiddetli bilme arzu"sunun sebep olduğu bir başka netice. bilememe'yi kabullenemiyor. ve her şeyi anlayabileceğini, idrak edebileceğini, kavrayıp kuşatabileceğini, hakim olabileceğini sanıyor, gülünç şey ! bundan dolayı da adına zaman dediği "efsane"yi bir bilimkurgu filmi evreni, bir uydurulmuş süperkahraman misali, yahut yaratılmışlar gibi, insana benzer "hayali" tanrılar gibi bir varlık olarak kabul ediyor. yine büyük bir fark var:
bir bilimkurgu filmi izlerken, -en azından- öncesinde ve sonrasında -en azından birkaç dakika sonra- onun gerçek olmadığının, uydurma ve insan ürünü olduğunu bilir, ve böylece inanırız, tabi 12 yaş altı hayalperest bir çocuk yahut psikiyatrik bir klinik vaka, veya biçare bir meczup değilsek.

fakat zurnanın zırt dediği yer, ve işin sırrı, sihri şurada, ki bu şey aynı zamanda bu "yanılsama"nın ve "kabul"ün bu kadar -hem de katiyet derecesinde- "inanılmasına" sebep oluyor. evet, 'bilim' dini inançlarla dolu. ve keza dürüst ve sahte din alimleriyle de. yanlışların yüzünden doğruların varlığını inkar filan etmiyor, onlara söz filan söylemiyorum. ama bu yanlışların yanlışlıklarını doğru yerine de koyamam ya ! akıl var mantık var.
bu "kutsal (!)" "bilim insanları"nın buyrukları "şüphesiz"ce kabul ediliyor. son zamanlarda bu 'din' gitgide daha da revaç buldukça, bildirileri de daha sorgulanamaz oluyor, hele de "sıradan" insanlar için. yani çoğunluğun söylediğini, düşünmeden, muhakeme etmeden, ölçüp biçmeden kabul etmeye meyilli olanlar, veya şu veya bu mercilere akıl ve vicdan'ı yok sayarak bazı menfaatleri uğruna taparcasına söylediklerini kabul edenler.
einstein ve başkaları, ve bugünküler, "bilenler" bilirler ki 'bilim' bir "tasvir"dir. fakat herkes bu 'kainat' resmini doğru okumaz veya okuyamaz. yani "bilim" de üretilmiş bir başka kavram, soyut bir mefhumdur. haddizatında "bilim" diye bir şey yoktur. "insanlar" olmaksızın 'bilim' diye bir şey düşünülebilir mi ?
"insani; düşünme, bilme, ölçme vs. melekeler"i düşünmeksizin bilimden bahsedilebilir mi ? tıpkı matematik gibi, sayılar gibi.

bilim denen meret, insanların üretip dahil olduğu bir disiplin, bir platformdur. eğer bir kere bu gerçeği anlayıp farkına varılabilirse, yani işin içindeki 'insan' faktörü anlaşılır, dahası işin tamamıyla insanlar üzerinden ve onlara muhtaç olarak yürüdüğü "gör"ülürse, o zaman insan'a dair var olan ne zaaf varsa, aynılarının o insan'ın ürünü olan, eli değen, eliyle şekillenen "bilim" nesnesi için de geçerli olduğunu şüphe götürmez şekilde kabule mecbur olur.
yalan, yanılma, noksanlık, eksiklik, eğrilik, sınırlılık, acizlik, şaşırma, unutma, hile...

şimdi, beni "akl-ı selim" vicdanlarla muhakeme edin. tabi önce vicdanınız'ı, "akl-ı selim"e sahip mi diye...

ciddi ciddi bakire olmayan hatunla evlenmek

insanların eski hayatını terk edebileceğine inanan bendeniz gibileri için, kişiye göre mümkün olan hal. ikimiz de günahkarız. onunkinin izi gözle görülüyor.
pişmanlık ve değişmek, -eğer gerçekse- belki çok daha kıymetli.

bir mekanda bir kızın dönüp dönüp size bakması

aman ya rabbi ! rüya mı görüyorum ben ne, yoksa benden hoşlandı mı ne ?
bulutların arasında pembe bir hayal alemine mi düştüm yoksa ? nedir bu yumuşak his ?
gözlerini mızrak yapmış kalbime saplamaya fırsat mı kolluyor ? omuzlarına inen dalgalı saçları fırtınalı koca deniz dalgaları da beni yutmaya mı çalışıyor ? hele çizmeleri... gönül tahtıma doğru yola çıkmış da onun için mi bu hazırlık ? ya o gözleri, engin okyanusun içine çeken derinliği mi, gözlerinde taze badem bitmiş de güneş ışığında parıldıyor mu, yoksa gece gibi saran sıcak bir kara delik de beni içine mi çekiyor ?

-önüne bak önüne, nerelere gittin, hangi alemlerdesin sen birader ?

vicdani ret olmayan tek nato ülkesi

iyi kötü olduğuna dair kanaatte bulunmayıp sadece bir neticesi gözüme çarpan vaziyet:

ne şehit ne gazi bok yoluna gitti niyazi'lerin şehit muamelesi görmesi, şehit sayılıp birtakım imkanlardan (ailesinin) faydalanması. keza 'gazi' sayılanları da var bunların.

hoş, bu 'sayılma' yalnız 'bazı' insanlar tarafından. gittikleri yerde herkes kendi itikadı ve niyetince hak ettiği veya müstehak olduğu muameleyi görüyor zaten.

insan olmak

'hayvandan aşağı' olmak sıfatından kurtulmakla olunur. o da hayvan gibi yeyip içip uyumak gibi sıfatlardan başka, şeref, edep, namus, terbiye, haya, dürüstlük, vefa gibi vasıflara sahip olmayı gerektirir.

her içki içmeyeni müslüman sanan tip

dedi, riyakarlık hastalığı sinesine işlemiş (muhtemel) ateist.

leb... karpuz (ikisi de yuvarlak ya hani)

sanane ulan hıyar, diyesim geliyor. insanların düşüncelerini bu kadar mı umursuyorsun. el alem ne der, düşüncesi mi kemiriyor yoksa seni. kafanı "müslümanlar"la mı bozdun yoksa dürzü !

makan aracı ile zikir çekmeye gitmek

işi gücü başkalarının hayatlarını dikizlemek olan, zehirli bataklıktan çıkan her boku yiyerek beslenen ve adına "haber(!)" diyen "çok bilmiş (!)" bok böceği beyanı

kadınların paraya taptığı gerçeği

genelin ve çoğunluğun öyle olduğunu düşündüğüm gerçektir.
evet flört sevgililik gibi şeylerle filan ilgilenmeyip, yalnız evlilik düşünenlerin bile çoğunda - derece farkı bulunmakla beraber- olduğuna inanıyorum ve pek çoğu da kendi tecrübe ve müşahedemle.

gerçekten paraya "kıymet vermeyen", kanaat etmesini bilen, edebilen, ve erkeği, bana şunları şunları almak zorunda, şu kadar para harcamak mecburiyetinde diye adeta darphane gözüyle görüp böyle kabul eden ve bitmek tükenmek bilmez isteklerini, ailesiyle beraber, örf, gelenekler vs. zırhını, bahanesini de ardına alarak karşı cinse şart koşma hali.

öyle ki "gerçekten, - bazı şeyleri bir kese söyleyince anlamıyorlar, tekrar gerekiyor- ama gerçekten, sözde değil özde, bazen ara sıra değil, harbiden" paracıl olmayan, parayı önemsemeyen ve kendi ailesi bile olsa, paraya tapmayı ve paracıllığı reddedebilen emsal hanım şahsiyetlerin 'bugün' bulunmaz hint kumaşı olduğunu iyiden iyiye inanmaktayım.

söylesene bacım, evlenmek için "kaç yüz milyarla işin içinden çıkarız".

bu paracıl veya paracıllık iliklerine işlemiş olan hatun kişiler, genelde önyargı ve suizan sahibi de olup, "haa bu parayı sevmiyor, benden çok şey istemesin diyor. o zaman işsiz güçsüz, çalışmayacak da" gibi bir kanaate varıyor. onlar da uzak dursunlar.

gerçi haksızlık etmeyelim, erkeklerin pek çoğunda da vardır herhalde bu hastalık. ne de olsa babası olup kızlarını evlendirenler onlar ! payları olacaktır.

şeyhine karısını sunup halife olan menzilci sofi

dil uzattığın mübarek insanların, kendisine namahrem olan (ailesi, hanımları gibi yakınları haricindeki) kadınların, "yüzlerini bile görmediği", aksini ispat etmek için kendisini satsa, dünyanın bütün gazeteci ve dedektiflerini de toplasa hüsrandan başka neticeye ulaşamayacak olan, ve kendisi için korkulan şahıstır.

Allah dostları, kınından çıkarılmış kılıç önlerinde sabit yürür gibidirler.
Onlar kimseye gidip zarar filan vermezler, ama onlara sataşanlar kendileri bulur. Allah sevdiği kulunun intikamını kendisi alır.

bu gibi şahısların başına ne zaman ne geleceğini merakla beklemekteyim, herhangi bir insan için bile yorumda bulunurken düşünen insan müsveddeleri Peygamber a. s. soyundan gelen, ömrünü neye nasıl adadığı belli olan, kaç kişiye nasıl yardım ettiğinden ve etmekte olduğunu bilmeden karalamak için aşağılıkça yollara tevessül eden hayvandan aşağı, taştan kötü mahlukat. e tabi pisliklerden beslenenden pislik beklenir. lağımda yaşayıp oranın maddesiyle beslenenden ne çıkacak !

sahtekar, art niyetli gazetecilerin, bir kaç "operasyonel" haber (!) ine sazan olup, aşağılıklar kervanında kendi yerini alması hali.

edep el verse yine de tükürülmeyecek, cesedinin üzerine insan tükürüğü konmasına layık olmayan leştir.

şeyhine karısını sunup halife olan menzilci sofi

gerçekleri, hayal, zan, sanı gibi hezeyansal boyutta algılayan, dahası algılamak isteyen edep, hayat, terbiye yoksunu, şeref, haysiyet, namus gibi melekelere sağır, insanlık gibi duygulardan bi-haber aşağılıkların beyanı.

tanrının siyahi peygamber göndermemesi

derdini, kafasını "Allah'la bozmuş, ve aklından çıkaramayan (kuvvetle muhtemel) ateist (nam-ı diğer, dinsiz) beyanı.

bir kişi var, inanmıyor. inanmıyorsa, inanmaz ve inandığı, neyse veya istediği neyse onunla meşgul olur, onun peşinden gider.

ama şu gösterişçi, "riyakar ateistler"den gına geldi artık. yani inanmadığını şöhret malzemesi yapıp gözümüze sokmaya çalışmakla bir tür zevk aldıklarını düşünüyorum.

eğer bunu bazı müslümanların kendilerine 'de' öyle davranmalarını bahane ederek, bundan cesaretle yapıyorlarsa, kınadıkları şeyi yapmak ne kendilerini yüceltir, ne de intikam, kin duyma gibi vasıflara sahip oldukları için karakterlerinin nasıl olduğunu göstermekten geri kalır.

buna "fikr-i sabit" diyoruz azizim. kafalarından bir türlü atamıyorlar ve de atamazlar, yahu hakiki manada (iddia ettikleri üzere) laik de olamıyorlar. (ateist laik). adam ateist ama "ilahiyat"tan uzaklaşamıyor.

öyle sanıyorum ki bu gibi vakalar din ile, yahut Allah ile arasında mesele olanların; ateistliği gerçekten, yani fikri, akli zeminde kabul ettiğini filan değil, tam aksi, aklen ve vicdanen Allah'ın mevcudiyeti, din vs. gibi gerçeklerin hakikati ile arasında esasında (mantık planında) bir mesele olmayıp, onlardaki bazı şeylerin "hoşuna gitmemesi" sebebiyle "yok sayma"yı "inkar" şeklinde tezahür ettirmesi halidir.
yani devamlı, "inkar ettikleri, yok saydıkları Tanrı, Allah'tan bahsetmeleri" ve onu bu gibi platformlar üzerinde dillerine dolamaları esasında "müslümanlar, yani inananlar" ile aralarında büyük meseleler olup, onlara çatma, onları kızdırma gibi saikler olması kuvvetle muhtemel.

ne demişler: dervişin fikri neyse zikri o olur.

hasıl-ı kelam, ben bunların Allah'ın varlığını gerçekten bilmediklerine filan inanmıyorum. bunların körlükleri ama oluşlarından da değil, gözlerini kapatmalarından !

cuma namazı müslümanları

(en azından) "müslüman"dır. elhamdülillah.

kadına tapan erkek

dahil olabiliyor olabilirim.

tapmak fiilini burada, ecnebi lisanlardaki "adore" fiili manasında alıp kullanıyorum. yani kelimeyi sadece "ilah kabul etmek, ibadet etmek" manasında anlamıyor ve bu manayı kastetmiyor, ve fakat üniversitedeki bir hocamın da ifade ettiği gibi "ölümüne sevmek, istemek" manasında anlıyor ve kastediyorum.

evet, bir şey için ölmeyi göze almak, onun için kendini feda edecek seviyede o şeyi arzulamak, ve uğrunda ölebilmek gibi halleri ihtiva ediyor.

tabi iğrendiğim, nefret ettiğim ve kurtulmayı istediğim sıfat.
keşke böyle olmamayı becerebilseydim, kısa ve kolay bir formülü yok mu ?

tanım

şeylerin 'efradını cami, ağyarını mani', yani kapsadığı, içine aldığı her şeyi ifade eden ve aynı zamanda alakası olmadığı her şeyden de uzak olduğunun hudutlarını çizen bir kalıpsal, belki sembolik anlatış birimi

meşhur, arife tarif gerekmez' sözünü aynen alıp kabul ederek şöyle bir çıkarımda bulunuyorum (biraz felsefe, derin anlam (dilbilimsel okuma) ve mantık üzerinden bakarak, görerek):

bir şeyin söylenmesi bir sebebe mebnidir. ya mesela "güneş vardır" gibi bir söz (eğer hayatında ilk defa güneş gören bir bebek veya zihinsel engelli birinden falan gelmiyorsa) kurulabilecek en saçma, abes ve fuzuli sözlerdendir. Yani hikmet'i sıfır'a yakındır. kısacası gereksizdir, ağzına kadar dolu bardağa su koymak gibidir. gözünün önündeki kocaman şeyi, biraz daha yaklaştırmaya çalışmaya benzer.

Hasılı bu sebeplerden, aynı zamanda söylenme ihtimali ve vukuu da en az bulunan sözlerdendir. buradan ters çıkarım yapacak olursak, normal olarak, söylenen sözler, aksi, muhtemel intibayı, imaları, ihtimalleri, seçenekleri eleyip, olmadığını muhataba bildirip, netice hükme (dilbilgisel) intikal ettirmektir, yani sair opsiyonları def etmektir.

buna göre, "arife tarif gerekmez" demek, çok ama çok derin, kuvvetli ve de iddialı manalar ihtiva eden bir cümle haline geliyor, daha doğrusu böyle olduğu ortaya görünüyor, ortaya çıkıyor.

demek ki bu ayın on dördü gibi görünen, ortada bir şey değil ki, boşuna söylenmek için nefes sarf edilsin, dahası bir atasözü haline gelsin.

o halde, "normalde, genellikle, çoğunlukla 'arif olmayanlar'a TARiF (TANIM) GEREKLiDiR." hükmüne varılır.

Çoğunluk içinde nispeti ve sayıları az olan, ve ender olan "arifler"den değilsek, ki ekseriyetle değiliz; o halde umumi itibarla hepimize tarif gereklidir, elzemdir.

Yani "tanımlara muhtacız, tariflere ulaşmalıyız, müracaat etmeliyiz." asırların yoğurduğu kültür ve düşünce çerçevesi içinde bunu, bir tembih ve ikaz kabilinden söylenmesi ve dinlenilmesi lüzumlu bir tavsiye olarak görmüş atalarımız ki bugün bunu biliyor, işitiyoruz. yani "benden söylemesi, tecrübelerle konuşuyoruz, dinle. yoksa çok başın ağrır, pişman olursun." demek istiyor.

tarifin tam olarak ne olup olmadığını etraflı ve teferruatlıca bahsetmeye başka bir entry'ye bırakıp naçizane bilgiler ve tecrübelerle, ve akıl yürütmeyle vardığım şu kanaatlerle sonlandırıyorum yazıyı.

tarifler, çeşit çeşittir. kalitelisi, müthişi, iyisi, kötüsü, berbadı vardır. doğrusu, yanlışı, eksik olanı, fazla olanı, tam olanı, noksan olanı vardır.
hayata, etrafa, kendimize, şeylere, her şeye, doğru tariflerle bakıp bakmamak aynı zamanda bir inanç meselesidir (doğrusuyla yanlışıyla) yani inançlarımız ile tarifler arasında birbirlerini şekillendirmede sıkı bir bağ vardır.

bundan dolayı da doğru, tam ve dakik (exact) tariflere sahip olmak, kabul edip özümsemek çok ama çok büyük ve mühim bir şeydir. bu işe ehemmiyet verip hususen önkabullerimize, tariflerimize, toplumun tariflerine ve kastedilen şeyle tarif kalıplarına, haddizatında tariflerin (kelime ve kavram olarak) iyi ve kötü ima içermesi gibi hususlara dikkat etmeli ve onların düşüncelerimizi nasıl şekillendirdiğine eğilmemiz, üzerinde düşünmemiz, münazara etmemiz gereklidir.
kavram ve tarifler bizi sürükleyip götüren kuvvetli rüzgarlar gibidirler. zihnimiz ise hafif yapraklar. bir tarif sizin kim olduğunuz, nasıl biri olduğunuza dair çok büyük oluşumlar ve kabulleri getirmiş olabilir, doğurabilir, etkide bulunabilir ve keza yeni öğrendiğiniz, yahut kabul ettiğiniz, özümsediğiniz, benimsediğiniz, kullanmaya başladığınız kabuller sizi önceden durduğunuz yerden çok uzak, bambaşka yerlere, diyarlara götürebilir.

hasılı kötü, yanlış tarif; doğru, iyi, gerçek ve güzel düşüncelerin, kabullerin, kanaatlerin, hakikate dair inançların haydut celladı gibidir. sizin kime, kimlere; neye, nerelere, hangi eksenlere, hangi düşünce merkezlerine, teslim olduğunuzu, hangi saf ve hangi cenahlara katıldığınızı belirler, gösterir.

üzerinde düşünebilmek ve fikir vermesi açısından, misal olarak şu bir kaç kavramın, farkı kültürler, toplumlar, insanlar vs. için nasıl algılanıp, iyi veya kötü olarak nasıl bir intiba ve imaya sahip olarak, bu kasıtla kullanıldığı, ve ne gibi derin manaları ihtiva ettiğini inceleyebilirsiniz.

demokrasi
insan hakları
adalet
müslüman
islamcı
yobaz
gerici
laik
muhafazakar
şeriat

insanlar çoğunlukla genellemeye ve kalıplara mahpus olarak düşünüp karar vermeye (düşünce planında hükmetmeye, kanaat sahibi olmaya) meyillidirler. kolaylarına gelir çünkü. sizi mevcut bildikleri tanım ve kalıplara sokmaya, onlar dahilinde algılayıp, bildikleri bir çerçeveye koymaya şiddetle ihtiyaç duyarlar çoğu, hele de şu "bilmiş" olanlar. çünkü bilme arzusu onlarda fevkalade şiddetlidir. bilmemenin ve hatta belki sadece 'bilmeme düşüncesi'nin verdiğin dayanılmaz ızdırap onları, her halükarda "bilir" olmaya mecbur eder, aksi takdirde ruhları bir kafeste zincirlerle sıkı sıkıya bağlanmışçasına hissederler. belki biraz, bilmediklerinden korktukları için de isterler bunu.

işte bu yüzden kalıplarla düşünmek, zihinsel işlemleri bu kalıplar malzemesiyle yapmak, yerleşmiş alışkanlıklarıdır onların. insanlara, 'nev'i şahsına münhasır' olarak bakmak onlar için çok enderdir. öyle ki gözleriyle, onlar için 'mucize gibi' gelebilecek böyle örnekleri görseler bile, belki yine bu kalıplardan kurtulamaz veya kurtulmak istemez, bunun için de gözleriyle görüp vicdanlarında duyduklarını inkar ederler, evet, bu aslında kendi kendini inkardır. kendi duyuşunu, anlayışını, gözünü inkar, reddir. yeter ki onların "bilmişlik'lerine halel gelmesin, yeter ki 'cahillik' sıfatına bir zerrede dahi, bir harf kadar yaklaşmasın, böyle vasfedilmesinler.

işte eskilerin 'cehl-i mürekkep' dedikleri cehalet türü karşımıza çıkar böylece. evet, bu herhangi bir şeyi bilmeyip, bilmediği bir şekilde ortaya çıktığında, ima, ifade edildiğinde 'eyvallah' diyen, bir meseledeki cehaletini kabul eden 'cehl-i basit' değil, bilmediğini de bilmeyen veya kabul etmeyen, yani katmerli cahil mevkiindeki insan türü veya insan hali.
onun 'yeni, bilmediği, farklı' bir şey öğrenmesine kolay kolay imkan yoktur. hatta böyle bir şeyden bahsetmek onlar nezdinde varlık boyutunda imkansızlık gibi bir şeydir. zira "insan zaten halihazırda, "bildiği(!)" şeyi nasıl öğrenebilir ki ?"...

mahallemize muhtar bile olamazsın

nedense bu bana, "ne köy olur senden, ne de kasaba" mottosunun geçtiği şarkıyı hatırlattı.

"el kızı doyar mı, çavdar ekmeğiyle,
babası büyütmüş, baklava börekle..."

kelamın hakikatle örtüştüğü nadir hallerden

şairlerin genç yaşta ölmesi

belki de içlerinde süren asırlara bedel fırtınalar, ruhlarını aşırı yaşlandırdığından ve bir müddet sonra fiziki bedenleri de bu anlaşılmama ızdırabının verdiği acıya, yorgunluğa dayanamamıştır.

daha doğrusu ecel'i gelmiştir, ama görünen sebep budur.

neden sevgilin yok

zaman ve nasiple alakalı olduğuna dair kuvvetli inancım var. her ne kadar çoğu zaman bunu unutup, "hiç öyle bir şey yok"muş gibi hissedip davransam ve bu minvalde hareket etsem de...