son iki yılımdan bahsediyordum önceki itiraflarımda. devam edelim.
darptan 5 aylık bir ceza aldım. 2010'un sonbaharı çıktım cezaevinden. oysa ki ben babam gibi olmayacağım demiştim kendime. meğerse iliklerime kadar işlemiş.
çaldım çırptım. tek avuntumdu haram para olması. kimsenin alınterini almıyordum. kimsenin ahı gelmezdi omuzlarıma. hepsi eskiyi unutturacak bir gelecek içindi oysa.
yavaş yavaş bankadaki hesabımda paralar birikiyordu. biriken paranın yarısı yaptığım işle kendi cebime giren paraydı. diğerleri kelden ordan burdan tırtıkladıklarım.
09.04.2010
arkadaş ısrarına dayanamayıp kayıt olduğum spor salonundan çıktım. birkaç aydır vakit buldukça gidiyordum. aslında aklımı meşgul edenleri bir süre de olsa algılamamak için gidiyordum.
öğlene doğru arkadaşlarla söz verildiği gibi git gide aramızın iyi olduğu bir teslimatçının işlettiği bilardo salonunda buluşup oyun oynadık. akşamüstüne doğru evime gitmek için otobüs beklerken en işlek sokakların birinde bir anne baba ve çocukları takılıyor gözüme. çocuk ağlıyor. babası bi kolundan tutmuş yürütmeye çalıştıkça küçük kız dizlerini kırıp bütün ağırlığını babasının kolunu veriyordu. annesi olduğu belli olan kadın onlara bakmıyor bile. kaya gibi sert suratını ileriye çevirmiş hemen arkasındaki gürültüye aldırmıyor.
küçük kız gözünün yaşıyla ağladıkça bu sefer babası eğilip omuzlarından tutarak sarsmaya başladı incecik vücudu. domuz gibi iri anne babasının arasında o kadar savunmasızdı ki.
ilkbaharda gri iki kaldırım taşının arasından çıkan papatyalar geldi gözümün önüne.
kız sesini alçalttı. hala ağlıyordu. ileriden durağın arakasına kadar gelmişlerdi yürüyerek. tam durak arkasından geçerlerken küçük kız yarı hıçkırır halde bağırdı:
- baba ne olur alalım!
incecik kolunu tutan babasının parmaklarını açmaya çalışırken adam kızın yüzüne tokadı indirdi. kucağına aldı. dikelip suratına doğru parmağını sallayarak konuşmaya başladı. küçük kız bir eliyle yüzünü diğer eliyle orada burada gördüğü güzel ablalarına özenerek aldırdığı uzun saplı minik pembe çantasını tutuyordu. kısa süre sonra ağlayan kızı yere indirdi. tekrar bir iki adım attılar ki tekrar bir kavga gürültü. kız ağırlığını babasının koluna verip gitmeye diretirken baba tekrar bir tokat indirdi yüzüne. yerimden kalkıp yanlarına gidene kadar bir tane daha..
- yeter lan!
çocuğu elinden kurtarıp yüzüne baktım. kıpkırmızı yüzünü ovuştururken nolur alalım diye ağlıyordu. arkama çektim. babası "sana noluyor" derken tekrar atıldı kızı tutmak için. sağıma atılınca kızı da ondan uzaklaştırmaya çalışıyordum kendi etrafımda dönerek. adam bir elini omzuma koyup diğer elini yüzüme indireceği sırada omzuma koyduğu sol elini yakalayıp arkasına geçtim. yakaladığım sol el bileğini ensesine doğru kaldırırken sağ ayağımı bacakların önüne koyup yüzüstü yere devirdim herifi. beline oturdum. sol yumruğumu kafasına indirmeye başladım. karısı ve etraftakiler gelene kadar sanırım 3-4 defa vurmuşumdur. bağırış çağırış, telsiz sesleri...
belki de babama yapamadıklarımı yapmıştım kızını istediği alınmayınca ağladığı için döven adama. belki de henüz 7-8 yaşlarındaki o kız kadarken babamın elinin altında bir yandan ağlayıp bir yandan da bu adamın canını nasıl yakarım diye düşündüğüm zamanlar geldi aklıma.
bilmiyorum ama bir patlayıştı bu.
sonra mahkeme. şikayetçi olmuşlar. darp raporu hakime hafif gelmiş. sicilim temizmiş. az ceza almışım. öyle dedi adamın biri. hakim de yaptığını düşünüp ders çıkar demişti.
ben o 5 ayımın sadece ilk gününü o gün adama yaptığımı düşünerek geçirdim. ne bir pişmanlık ne de alınacak dersler vardı. insanlık denen şeyin herkese adil dağıtılmadığı bir yerde piyango bana vurmuş ne yazar ki. tek önemi sicilimdeki bir son olmasıydı bu 5 aylık cezanın.
2 yıl deyip geçmiştim. o 2 yılın öyle günleri oldu iki içerisindeki bir iki saat oldu bana 20 yıl.
12.10.2009
cebimde para vardı, kendimi harap etmeye içkim sigaram, arayacak arkadaşlarım vardı ama bir bakışıyla bana sevildiğimi hissettirecek hiç kimsem olmamıştı o zamana kadar annemden başka. arkadaş birkaç defa bu mevzuları açmış ama kayıtsız kalmıştım. bir akşam içki sofrasında sevdiğini anlatmaya başladı. insan sevdiğim dediği kişiden bahsederken aslında gözlerinde onu da gösteriyormuş. arkadaşımın gözlerinde tam anlamıyla bir teslimiyet gördüm.
- bir defa sevdin mi artık bırakmak geçmiyor aklından.
+ kötü değil mi bu?
- nesi kötü olacak?
+ kelepçe gibi.
sakalın yaşlı gösterdiği 22'lik suratımı daha önce ince parmaklı bir el okşadı mı ki bilecektim bir kızı sevmenin nasıl bir şey olacağını. babamın yaktığını annem söndürürdü hep yanağımda. annemin de kalın küçük elleri vardı. derisi çalışmaktan sertleşmiş taş gibi eller. yanağımda adeta bir pamuk...
aklımda sevmenin sevilmenin nasıl bir şey olduğunu tahayyül etmeye çalışıyordum o akşam. bir ara arkadaşımın telefonu çaldı. bu defa gözlerinde sevdiğini anlatırken gördüğüm parlaklığın yerini telaş almıştı.
- haşim abiydi. çocuklardan biri bi salaklık yapmış polis almış.
+ nasıl?
- ne bileyim oğlum lan. telefonunda bir sürü kişinin numarası var.
+ ...
aslında polis lafını duyduğum an yaptığım şeyi kendime ufak olduğuna inandırdığım yasa dışı olma ihtimali o kadar çok büyüdü ki korkuya kapıldım.
aklıma ahmet kaya'nın şarkısının benim durumuma azıcık da olsa benzeyeceğini aklımın ucundan geçirmediğim kısmı geldi.
----
başım belada
adamın biri vurulmuş sokakta
cebinde adresim bulunmuş
başım belada
----
oysa ben çok daha masum, sadece güzel bir hayalin sonu olan bir kısmı yakıştırıyordum kendime.
----
sevdim inanamayacağın kadar seni esmer kız
kirpiklerimde çırpınan şu tuzlu gözyaşımda
ihanetin adı yok
neylersin ki çember daralmakta
şimdilik hoşçakal yaban çiçeğim
----
hatlar kırıldı o akşam. daha sonra da bir iki hafta korkumdan sokağa adımımı atmadım. ne telefon geldi ne de arkadaşım. olmaz bir şey demişti ama neylersin. insanız.
yine bir akşam kendimi zehirleyip o akşamki korkumu hatırlayıp kendime gülerken alıma pazara çıktığım zamanlar geldi. ellerimi çok acıtıyordu kasalar ama taşırken hiçbir şeyden korkmaya lüzum yoktu. akşama kadar tezgah önünde dikelmek ağrıtıyordu bacaklarımı ama hiç korkudan titrememişti. o zamanlar kazandığım paranın kaygısını taşımıyordum hiç.
iki hafta sonra akşam arkadaşım geldi. yeni hattımı verdi. içine kaydetmiş gerekli numaraları. bi sorun yokmuş, öyle dedi. yarın telefon gelirse yine gidersin derken görmedi suratımdaki tereddüdü belki de görmezlikten geldi.
ertesi gün aradı kel, gittim. polis niye aldı elemanı diye sordum. salaklık yapmış. polis de görmüş. poşetinden cigara çıkınca almışlar dedi.
- ya benimkinden de çıkarsa?
+ kim bilir.
aklımdan bir dünya düşünce geçiyordu sorularla birlikte. götürdüğüm şeyler bu adama nereden geliyor en belirgin soruydu kafamdaki. daha önce bir defa bile pakedi açıp bakmamıştım ama polis lafını duyduğum an anladım yaptığımın zehir taşımak olduğunu. alet ediyorlardı beni de. istemeyerek bir süre daha yaptım. artık 30 lira alıyordum her teslimatta. günde 3 defa yaptığım da oluyordu. biriktikçe bankaya yatırıyordum paramı. az bir şey daha artsın çekilirim ben bu oyundan diyordum kendi kendime.
çay ocağında bu mevzuyu açmaya çalışırken lafa girdi kel haşim. bıraktığım gün onların da beni bırakacağını söylemişlerdi. nereye çekersen gelecek olan bu lafın ardını aramadım. yaşayıp gördüğüm güne yaklaşıyordum.
(#14640971) en son bunu yazmıştım. soranlar oldu devamını. vakit buldukça yazacağım.
öğlene doğru telefon eden arkadaşımla buluşup bir abinin beklediğini söylediği bir çay ocağına gittik. sanayi yakınında, izbe bi yerdi. o kadar küçük bir yerdi ki çaycı dolu tepkisini dükkandan çıkartırken içerideki herkes mecburen ya eğilip kolunun altından arkaya geçiyorlardı ya da dükkandan çıkıyorlardı. önünde oturup çay içen kel bir herifle tanıştırdı. çaylar bitene kadar sağdan soldan ne var ne yoktan devam eden muhabbet iş mevzularına geliyordu yavaş yavaş. adam bu çay ocağının sahibiymiş. takım elbisesinin altına sandalet giymiş olmasaydı bilindik çamurlu işlerden birinin başında sanırdım herifi.
önce ne zamandan beridir burada yaşadığımı sordu. yolları adresleri iyi bilip bilmediğini ölçmeye çalıştığını anladım. az mı kaçmıştım baba dayağından akşam karanlığı tokadın altına kaçırana kadar... ne iş yaptığımı sordu. pazarcı olduğumu belli günlerde çalıştığımı söyledim. yapacağım işin ne kadar kolay olduğunu anlatmaya çalıştı. sadece bir poşet alıp içine göz bile atmadan istenen yere götürecektim. bu kadar basitti. günlük 20 ya da 30 lira verileceğini söyledi. poşeti verdiğin adamın gözünün tutmasına bağlı alacağın avanta dedi. kabul dedim. yanımda parmaklarını tırnaksız bırakmakla meşgul olan arkadaşıma cüzdanından para çıkartıp verdikten sonra bana bir telefon almasını söyledi. kalktık. ikinci el bir telefonla arkadaşımın üstüne bir hat aldık. numarayı kaydetti telefonuna. kendisininkini de kaydetti. sonra da işi olduğunu söyleyip ayrıldı.
pazar yevmiyemin üstüne sadece gezerek alacağım 20-30 lira'nın yarattığı mutlulukla beraber gelen acaba yanlış mı yapıyorum duygusunu annemin de yaşasaydı daha iyi bir hayatım olmasını isteyeceğini düşünerek bastırıyordum. her gün yaptığım gibi en ucuz şarabı ve sigarayı alıp hava kararmadan eve gittim. ertesi gün pazara çıkılmayacaktı. başka kazaya gidilecekse de galip amca evi arar haber ederdi. ne ev telefonu çaldı o gece ne de nokia yazısının tamamen silinmek üzere olduğu ilk cep telefonum.
ertesi günün sabahı arkadaşımla beraber gittiğimiz kel adam aradı. sesinden tanımıştım ama kendisini çay ocağında konuştuğumuz kişi diye tanıttı. bir saat sonra bekliyordu beni.
yastığa düşmemle uyumamı bir eden işlerde çalışmış biriyken bir arkadaş iyiliği olan bu işi çok arzuluyordum. hep masa başı iş isterdi insanlar. ona benzetirdim bunu.
eski olduğu için dizleri yırtık pantolonuma dışarıda kimse yadırgar gözlerle bakmıyordu. güzel bakımlı kızlarda, arabası olan saçları jöleli tiplerde de görüyordum bu pantolonu. onlar bunu sadece farklı olmak için yapıyorlardı. ben farklı olmaktan kaçınıyordum.
sonra kenarları sökük beyaz keslerimi giydim ayağıma. paramparça da olsa yine bu ayakkabıları alırdık annemle. askerden daha güzel spor ayakkabılar getirmiştim ama giymek kısmet olmadı buralarda.
ocağın arkasından üstünde yere oturmuş insan logosu olan karton bir poşet getirdi kel. pahalı mağaza poşetlerindendi. içine bakmak yok dedi yok kelimesinin üstüne basa basa. elime ön yüzünde bir taksi durağının telefonu arka yüzünde de kalemle yazılmış bir adresin olduğu kağıdı verdi. taksicilere sor eğer bulamazsan burayı dedi. zorda kalırsan bir taksi durdur ya da poşeti bir daha gelip aradığında bulabileceğin bir yere bırak deyip elime 20 lira sıkıştırdı.
adrese gitmem 1 saat kadar alsa da bunun en az yarım saati poşetin içindeki hediye paketi yapılmış kutuya dalıp içinde ne olduğunu düşünmekle geçti. yarım saattimi de bu yeni işime güzel bir isim bulmakla geçirdim. postacı, getir götürcü, ayakçı...
gittiğim yer bir tren yolu üzerindeki oto galerilerin olduğu yerdi. dükkan tabelalarından aradığımı seçtim. yazıhanedeki adama poşeti verdim. birine telefon etti. ayakta bir duvardan diğerine dolaşırken. sonra cebinden 20 lira çıkartıp verdi. eyvallah deyip poşetteki paketi çekmecesine koydu.
dönüşte arkadaşımı arayıp kelin dediğini yaptığımı, paramı aldığımı söyledim. artık rahattım. o küçük kutu 1 saat boyunca koskoca bir taş gibi gelmişti bana.
bu şekilde haftada üç ya da dört defa bazen de günde iki defa poşet getirip götürdüm istenen yerlere birkaç ay boyunca. günlük aldığım paraların cebimde oluşunun verdiği güven duygusunu hissederken bir tarafım ne olduğunu tam olarak bilmeden yaptığım bu işin vicdanıma dokunacağı korkusunu düşündürtüyordu bana.
ne üç kuruşluk kirayı denkleştirememe ne de faturalara para ayıramayıp hangisini yatırmayacağımı seçmeme gerek kalmıştı artık. kendimi o eve de kapatmıyordum artık. işi bulan arkadaşımın tanıştırdığı üç beş kişiyle takılıyorduk. insan yalnızken dert ettiklerini unutuyordu kalabalık içinde sigara dumanı altında. bir iki ay olmadan galip amcadan helallik alıp pazara çıkmayacağımı da söylemiştim.
bu üç beş arkadaşla, onlarca alıcıyla ve her zaman gönderici olan kel çaycı arasında iki yılım geçmişti. güzel bir semtte hazır mutfaklı klozetli tuvaleti olan bir eve çıkmıştım, başka birinin üzerine de olsa bir internet kafeyi işletiyordum, içkinin sigaranın pahalılarını alıyordum. bankada biraz param bile olmuştu. artık annemden gördüğüm gibi halı altında saklamama gerek kalmamıştı paramı. bunların hepsi iki yılda oluvermişti. ve ben bunların hiçbirine alın teri dökerek sahip olmamıştım. her şey hayatımın yönünü değiştiren getir götürlerler esnasında saptığım değişik yollar sayesindeydi.
-----
haram mal insana geldiği gibi gitmesini de bilir ama giderken vicdan sızısı kalır demişti annem. hep onun tertemiz alnının terinin ekmeğini yedik. sadece o alın teriyle alınan ekmek acıtmadan indi boğazımdan.
-----
insanın hayatı 2 yılda değişebiliyormuş bunu anladım.
insan ne kadar dipte olursa olsun istese de istemese de bir şekilde oradan çıkartılabilirmiş. beni tanrıya inandırabilecek bir işaret değildi bu. sadece yanlış kişinin başına gelen şans olayıydı.
11.07.2008
her bir yanı acıyla dolu, her duvarı yaşayan kimsenin hatırlamak istemediği can yakan anılarla dolu olan evde bir başıma kalmak zorundaydım. ölümümün ikinci haftasında birkaç tanıdık sana iş bulacağız demiş, lafta kalmıştı. çıkıp ergenliğe ilk girdiğim zamanlar baba dayağıyla gönderildiğim pazara galip amcayı aramaya gittim. babam gittikten sonra da çalışmıştım anneme yardımcı olabilmek için ama annem artık güçsüzdü, yanında ban ihtiyacı vardı. hiç haber vermeden birden kesmiştim gitmeyi. annemle beraber geçen o 7-8 aylık süreçte ikimiz de annemin babamdan sakladığı üç beş kuruşla idare etmek zorundaydık. doktorun verdiği haberle birlikte kendime hediye ettiğim sigara ve içki parasını birkaç arkadaşımdan tedarik ediyordum zor durumumu kullanarak. annem uçup gidince ondan kalan az bir parayı harcadım pisliğimi artırmak için. ama artık çalışmam lazımdı. annem sadece beni üniversitede okutabilmek için çalışmak istemişti, babamın zorlamasına boyun eğmesi bundandı. bana da söylerdi. ama olmadı işte. liseyi zor bitirdim.
salı pazarının en tanıdık köşesine gittim. marulların arkasında duruyordu kabak kafasıyla galip amca. beni görür görmez elindeki su tasını bırakıp geldi yanıma. önce her biri bacağım kalınlığında olan kollarıyla sarıldı sımsıkı, görmediğimi bildiği babalığı göstermeye çalışırdı sürekli ama bu defa bu daha çok belli oluyordu.
- aldık haberi oğlum. başın sağ olsun.
+ galip amca yer var mı bana?
- başımın üstünde evlat. neden gelmedin ne kadar değişmişsin.
+ zayıfladık be agam.
çay söyledi, anlattım olanları. bana halde yükleme yaptırmak için artık eskisi kadar güçlü olmadığımı söyledi. 'tezgahta önde dur, belki birileri beğenir seni de alırlar yeşillik' dedi. güldü. perşembe pazarına mutlaka gelmemi söyledi. galip amcaya ve yanında sürekli değiştiği için en fazla 2-3 hafta tanıma fırsatım olacağı 3 kişiye selam verip mahalleme döndüm.
o günün özellikle aklımda kalmasının nedeni pazardan dönüşte lisenin ilk yıllarında aramızın iyi olduğu bir arkadaşımı durakta görmemdi. görüp tanımıştım, konuşmamak için başımı çevirdiğim an bana doğru hamleyi çoktan yapmıştı. suratıma koydum zorlama tebessümü, karşılıklı neler yapıyorsun sorularıyla yakındaki benim sürekli uğradığım kahveye gittik. o da fark etti bendeki zayıflığı ve çöküşü.
- ne yaptın okul işini? devam ettin mi sonra?
+ sınavı geçemedim. olmadı napalım.
- ben de aynı. işe gidiyordum iyi oldu seni gördüm.
+ 6 yıldan fazla oldu görüşmeyeli. iyi oldu.
işimi sordu, pazara çıkıyorum dedim. zor olmuyor mu dedi. alıştım artık diye yalan söyledim. işinden ettim adamı diye düşünürken ne zaman gittiğinin bir önemi olmadığını söyledi. esnekmiş çalışma saatleri.
- ne işi bu?
+ getir götür diyelim. sadece getir götür yapıyorum. çok paralı iş. ama riskleri de var.
- güzelmiş.
aklımın ucundan geçmezdi. nasıl girmişti ki bu işe. lisede takıldığımız çocukları düşündüm ama hiçbirinin bu işlerde eli yoktu.
- sen de yapar mısın? konuşurum senin için.
+ bilmem ki. ne taşıyorsun?
- ben de bilmiyorum. açmak yasak. getirip götürüyorsun. paranı o gün alıyorsun.
tereddütlerim arasından sıyrılıp benim için konuşmasını söyledim. evin telefonunu verdim.
- gece evde olurum hep. istediğin saatte ara.
tamam deyip çay için teşekkür ettikten sonra gitti.
iki yıl boyunca biriktirdiğim paraların çeyreği bile gelmemişti aklıma bu işi o gün iyice düşünürken. risk almaya değmezdi diyordum kendi kendime ama insan aç gözlüdür. doğasında vardır. kim olursa olsun, azıyla yetinmesi imkansız.
kendimi yavaş yavaş öldürmekten vazgeçmeye niyetim yoktu. ne sigaraya ne içkiye yeterdi galip aganın verereceği para.
iki gece sonra, pazardaki ilk günümün şaşırtan yorgunluğuyla yatarken gelen telefonla değişti hayatımın bir yönü.
ne 'dile kolay'la ne de 'göz açıp kapayıncaya kadar'la, en çok 'yaşadıkça'yla tahdid edilebilir bu süreç.
----
ufacık bir çocuk olsun. babasını örnek alsın. 'babam böyle yapıyor ben de öyle yapayım' düşüncesiyle hareket etsin. babasının elinden tutup bakkala giderlerden adımlarının babasıyla bir atmaya özen göstersin. babası annesini işten dönünce öperken gülümsediğinde hayatlarının sonuna kadar bunun devam edeceğine inansın. sokakta kavga edip dayak yeyince babasını çağırsın. babasına söyleme tehdidiyle kendini korusun. benim çocuğum olsun bu, yapmayan babası olsun. kendime sözümdür.
----
insanın 'biz babamızdan böyle gördük' diyememesi dünyanın en büyük acılarındanmış.
örnek babaydı benimkisi.
annemi her dövüşünde onları izler ilerde baba olunca anneyi dövememem gerektiğini, dövünce ağlayacağını anlamıştım daha çok küçükken.
annemin kazandığı (kazandığımız) paraları babam almasın diye saklamasını, saklarken yüzünde beliren saf korku ve endişeyi fark edince anlamıştım annenin parasını almayacağımı. parasını alırsam aç kalırmışız. 'öyle'ymiş.
arkadaşın bir turluk ödünç alan bisikletiyle düşüp dizi yardıktan sonra babanın tokadıyla tanışıp acısını yok etmek istermiş gibi yanağı silmeye çalışırken anladım çocuğuma tokat atmayacağımı. tokat can yakar. yanağınkisi geçer, kalpteki kalır...
----
benim için geçerli olmayan bu süreç için babama eyvallahım büyüktür. babasını değiştiğine tanıklık edip babasından nefret edenler var etrafımda. onların hali benden daha acı.
----
4 gün sonra ölümümün 5. yılını kutlayacağım. 4 gün sonra daha da karışacağım kalabalığa. daha da saklanacağım arkalara.
--
25.02.2008, Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi
gözlerimin kırmızısından korktuğu her halinden belli olan kızın tarif ettiği yerde bekliyorum. asıl suçluyu bulmama neden olan adamı bekliyormuşum meğer sonradan anladım bunu.
yarım saat geçti, elinde siyah çantasıyla çıktı. koştum önüne dikeldim. adımı soru sorarmış gibi söyledi. önce bileğini tuttum, sonra bileğini bırakıp ceketinin koluna sarıldım. ilk damlalar o an düştü. ben hayatımda hiç ağlamamıştım. hiçbir şey göremiyordum gözümdeki akmayan yaşlardan. her şey buğuluydu. ilk haykırışta süzüldü yanağıma inciler.
- niye söyledin lan!
+ oğlum dur.
- lan niye o kadar kısa!
sanki ne kadar çok sıkarsam o kadar çok rahatlarmışım gibi tutuyordum adamın ceketinin kolunu. diğer eliyle o an kurtardı elimden ceketini. koluma girdi. arabasına götürdü.
bir zamanlar arkadaşlarının ayı diye dalga geçtiği ben 60 kilo civarındaydım artık. beni çekmesine gerek yoktu. parmağının ucuyla itmesi ilerlemem için yeterli.
1 saat kadar sonra arabasında aklımda sözlediği sözlerin yankılarıyla indim. akşam olmuş hava karanlık. belki de yüzüncü defa söylemişti elinden bir şey gelmediğini. o 6 aylık süreyi kendisinin vermediğini. polikliniğe yatmam gerektiğini... evime gittim. uyudum.
22.02.2008
hemşirelerin haber verdi.
- meleğin uçtu...
2 dakika kadar gözlerim sabitlenmiş dizlerimin üstünde dururken. 60 kiloluk et yığınını kimse kollarının altından tutup kaldıramamış.
halimi görüp acıyanların getirdiği sular ellerinde kalmış. sadece gitmek istemişim. kantine gitmişim. kuzenim de arkamda. bana dokunamıyor. biliyor deliyle uğraşılamayacağını. belki de acımı anlıyor, ama o imkansız. mahalledeki camiye gitmişim. hoca tanıdık. anlamış. bir defa da orada almışım kafam ellerimin arasına. bu defa ezan sesiyle gelmişim kendime. ne tokatlar ne sular ayıltmış. sela için soy adını verdim.
22.02.2008 akşam saatleri
sadece kuzenim gelmişti benimle. ev sahibi ve annemi tanıyan birkaç komşu da vardı. hiçbirini tanımıyordum.
şimdiye kadar hiçbir teselli canımı o kadar acıtmamıştı. yabancı suratlar gitti. yalancı surat kaldı. sadece kendisini buna mecbur hissettiği için. kalmak istedi ama gönderdim. sabah erken kalkacağım şimdi uyumam lazım sözüme inandı, gitti.
15 dakika sonra çıkıp elimde en ucuzundan iki şişe şarap ve 3 paket sigarayla döndü. nasıl içildiklerini, insana neler yaptıklarını çok iyi biliyordum. tadına da alışmış gibiydim 4 aydır.
ilk şişenin ortalarında kustum. devam ettim. sabaha çıkmamayı düşündüm. annemin yanına gitmek istedim ama sözleri yankılandı kulaklarımda güzel yüzünün görüntüsüyle.
- bir delilik yaparsan ben çok üzülürüm. çocukların olsun, birini benim adımla yaşat.
sabah kuzenin telefonuna uyandım.
23.02.2008
morgun koridorunda bir mescit var. ellerim titriyor, ağzım leş gibi içki kokuyor. girmeye korkuyorum. bir adam çıktı. başıyla selam verdi bana. ölüye hürmet buydu herhalde diye düşündüm.
meleğimi gördüğüm an çıkmıyor aklımdan. dudakları mosmor olmuş. yüzü bembeyaz.
öğle vakti cenaze kaldırılacak. cami avlusunda, soğuk taşın üstüne hapsettikleri kutuyla koydular meleğimi. bir iki akraba tanımadıkları kişinin cenazesine gelen cami cemaatiyle konuşuyor, ben annemin baş ucundayım. sanki birisi gelip götürecekmiş gibi geliyor. biri alıp benden uzaklaştıracak. yeşil kutuyu, üstündeki güzel parlak yazıları da boş gözlerle inceliyorum.
kuzen gelip beni kalabalığın en önüne götürdü. hiçbir şey yapmıyordum. bilmiyordum da ne yapılır.
sonra annemi kaldırıp omuzlarına aldılar. götürüyorlardı işte. araba bekliyordum öyle demişti kuzen kollarımdan sıkıca tutup sarsarken. belki de annemi o kalabalıktan kurtarmak istediğimi anlamıştı. kalabalığın arkasındayken imam dayı geldi. beni annemin yanına götürdü en fazla 15-20 kişilik kalabalığı yarıp. omzuma verdi kutunun bir ucunu. arabanın arkasına koyduk.
- abi düşmez mi annem buradan?
+ düşmez. gel.
arabaya bindik. anneme bakıp duruyordum hala arkada mı diye.
mezarlık bu kadar yakın mıydı...
bu kadar mıydı...
gidiyor muydu...
tekrar annemi alıp bir çukurun başına getirdiler.
kutuyu açtılar.
annem miydi o? dünyanın en tatlısı, layık olduğu gibi güzel şekerler gibi sarılmıştı bir beyaza. başının üstü, ayakucu... o an gelmiyordu aklıma annemin çukura konulacağı. kutudan çıkartıp çukura koymaya kalktılar. atlayıp sarıldım. tanımadığım bir adam çukura inmeye kalktı. küfrümle kalkıştığından vazgeçmesi bir oldu. madem bu şarttı, bana görevdir.
indim çukura. annemi verdiler kucağıma. ne kadar zayıftı diye düşündüm kendime bakmayarak. benden bir farkı yoktu. güzelce, yavaş yavaş yatırdım annemi. sonra tahtalar verdiler elime. bunları koy dediler. boş boş yüzlere bakarken başka bir tanıdık tahtanın nasıl konulacağını gösterdi. annenin üstüne taşlar gelmesin dedi. belki de bunu yapmama beni ikna edecek tek şeydi bu. annem altta sıkışmasın. ezilmesi. tahtaları koydum üstüne. annem evde gibiydi. bir şey olmayacaktı. çıktım, kürek verdiler elime. ilkini attıktan sonra bırakıyorum bu kadar yeter diyerek. gidiyorum hızlı hızlı bundan sonraki evimden mabedimden.
kuzenim hiç para istemedi bu işlemler için. korktu belki de. eyvallahıma başıyla karşılık verip gitti.
evde düşündüm sürekli. onu üzdüğüm zamanlar da olmuştu ama suçlayacak başkaları vardı. başkaları üzdü en çok onu. beni en çok doktorun verdiği o kısa zaman üzmüştü. aradığım suçluyum buldum sanıp adama kin gütmüştüm. oysaki çok farklıydı gerçek.
18.02.2012
aklımın ucundan geçmezdi üzerinden neredeyse 4 koca sene geçeceği.
annem bak elimden geldiğince yaşıyorum ama bir tanım ölü. yanında benim de bir parçamı aldın. kalbim yok artık...