siktir git dünyanın en sihirli, en güzel lafıdır.
muska gibidir, büyü gibidir.
insanı bin çeşit beladan tuzaktan korur.
içinizden veya dışınızdan söylediğiniz bir siktir git sayesinde şirketinizi batmaktan kurtarabilir veya batacak bir şirketi hiç kurmayabilir, kredi kartı almayabilir veya telefonda dolandırılmayabilirsiniz.
bir siktir git sayesinde okul uzamaz, kasko bozulmaz, yuvanız dağılmaz veya beş para etmeyen ömür törpüsü evliliğiniz tek celsede biter.
karşınızdakinin tüm kötü niyetini o son vurgulanan t harfiyle beraber alır götürür, kimsenin ruhu bile duymadan.
çok da rahatlatır insanı. iyi ki yapmışım dersin. bir cümle bu kadar mı hayat kurtarır?
türk insanının ekseriyetle nefret ettiği meslek erbapları. birçoğu dünyanın en boş para kazanan mesleği olarak niteliyor.
benim gözümde emlakçıyı gerçekten gerekli yapan bir tane neden var ve bu neden çoğu durumda aşılabilir bir şey değil.
mal sahiplerinin belli bir çoğunluğu kiracıyla veya alıcıyla yüzgöz olmak istemiyor. bu da emlakçının suçu değil açıkçası. parası olan adamın da o kadar lüks hakkı olacak.
bu işin pazarlığı var, zaman ayırması var, değerlemesi var, ev göstermesi var, sinir bozması var, kontratı var, tapuya gitmesi var, öncesi var, sonrası var, var oğlu var kısacası.
dolayısıyla size eziyet gelen bir hizmet ve komisyonu, parası olanın belki keyfi, belki de parasına para katmasının yegane nedeni. bundan evinizi alana kadar kaçış yok. hayat böyle.
adil mi? belki değil. belki en adili hepimizin bir evi, bir arabası olmasıydı hayata başlarken ama o da olmadı, olamaz da bu saatten sonra.
o yüzden biraz uğraşacağız. yapacak bir şey yok.
şimdi diyeceksin ki ben niye ödüyorum, ev sahibi ödesin... peki sen içerde kaldığın müddetçe evin vergisini ödeyecek misin?
ödemeyeceksin. o yüzden de angaryanın ufağını sana kitliyor işte, anla.
ya bir de diyelim ki boyabat'ta bir arsa var, komisyonu da hadi diyelim 200 bin lira olsun.
bırak alıcı bulmayı, kıçını kaldırır kim gider oraya? adam gidiyor işte. ekmek parası.
80'lerdeki filmlerinin nerdeyse hepsinin senaristi erdoğan tünaş, jönü de tarık akan'dır. yönetmen bazen halit refiğ olur, bazen orhan elmas. art direktör'se her zaman sohban koloğlu'dur.
hepsinin konusu üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri anlatır, kastlarının bir kısmı aynıdır veya fenotipler çok benzerlerden seçilir: suistimale konu olan salak şehirli veya köylü kız, mama, pezevenk-hötöröf, şebekeye kadın toplayan playboyla, mafya babası, polis müfettişi vs vs..
genelde bolca uyuşturucu eleştirisi yapılır ama çok tepeden inme olduğu için bazen artık iş reklama döner.
ilk filmlerde uyuşturucu yüzünden mahvolan, perperişan bir şekilde ölen gençler gösterilirken, artık 80'lerin sonlarına doğru işin sefa kısmı daha çok göze çarpar. Belki toplum alacağı dersi zaten aldığından, belki de daha iyi izlenme aldığından.
mesela taçsız kraliçe'nin sonunda ahu tuğba'nın eroin yüzünden güzelliğinden eser kalmaz, üç kuruşa muhtaç kalır ama öteki filmlerde bu kadar korkunç gösterilmez. Kokaine falan o kadar sallamazlar yani, daha lalettayin gösterirler.
filmlerin kimisini devletin çektirdiği söylenegelir, hatta cem yılmaz da erşan kuneri'de buna atıfta bulunur ki bahsi geçen kötü mal bölümü vazife uğruna ve beyaz ölüm filmlerinin üç aşağı beş yukarı aynısıdır. daha doğrusu espriler bu filmlerdeki komik durumlardan modellenmiştir.
filmler bu kadar benzerliğe rağmen seri olmaz, aynı isimde karakterlerden oluşmaz. yalnızca cüneyt arkın'ın polis müdürü olduğu iki film birbirini tamamlar görüntüdedir.
buna karşın tarık akan için bu filmlerin önemi, ertem eğilmez tarafından aforoz edildikten ve sosyalist sinemayla rabıtası kalmadıktan sonra sektörde kalmasına imkan vermiştir. Yani Tarık Akan'ın artık ufaktan orta yaşının gelip geçiyor olduğu dönemde sinemaya tutunmasını sağlamıştır. Çünkü zaten seks filmlerinin yarattığı erozyon belli oranda sürerken belki de bir şekilde sinema yapmak isteyenlerin az sayıdaki şansından biriydi.
aynı şekilde bu filmlerde tarık akan'ı polis amiri olduğu filmlerin çoğunda daha sonra arka sokaklar'da senelerce yine bu rolü sürükleyecek olan zafer ergin seslendirir.
mafya babaları ve kötü adamlarsa genelde mehmet ali erbil'in babası saadettin erbil tarafından konuşulmuştur. kaşesi ne kadar yüksek olursa olsun türker inanoğlu bu seslendirme kastından asla vazgeçmemiştir.
zaten filmler genç figürasyonun dışında ahu tuğba, eray özbal, belkıs dilligil, şemsi inkaya, ünsal emre, mehtap ar, çiğdem tunç, nuri alço gibi döneminde herkesin tanıdığı oyuncular seçilmiştir. yani aslında yapımcı hiçbir zaman bu filmlere b-movie gözüyle bakmamıştır.
senaryolar zaman zaman çok karton bir hal alsa da enteresan biçimde sonuna kadar izletirler kendilerini, ki bu arka sokaklardan da alışık olduğumuz bir şeydir. tempolar kolay kolay düşmez.
aslında türker inanoğlu'nun arka sokaklar'a bu kadar emin başlaması ve başarılı olmasını sağlaması da bu filmlerdeki tecrübeden ileri gelir.
oğlum 35 yaşında kimse 20 yaşındaki delikanlı olmaz okey, ama yaşayan ölü de değildir.
bir kere o zamanlara kıyasla aklın başındadır, cebinde paran vardır, kendini bilirsin, kendinin değerini bilirsin ve bu değeri muhafaza etmek için uğraşırsın.
yirmili yaşlar hep yıpranmakla geçer, otuzlarla abide gibi ayakta kalmayı öğrenmişsindir.
delikanlı değilsindir belki ama delikanlılıkta gizlenen o iğrenç toyluğu omzunda taşımak zorunda da değilsindir artık.
istediğine ağız dolusu siktiri çekersin; en güçlü yaşlarındır 30-50 arası.
gemini'ın ücretsizi daha baştan savma cevaplar verirken, chatgpt'nin ücretsizi promptu dikkate alıp ona göre bir cevap tasarlıyor.
yani diyelim ki maliyet, bozulabilirlik, karlılık faktörlerini göz önünde bulundur dediğin zaman, mesela bir planlama konusunda, gerçekten onları tam anlamıyla dikkate alıyor.
ama linguistik yeteneği gemini'dan biraz daha zayıf gibi. orda mekanikliği çok aşamıyor.