efendim, (ara: yeni başlayanlar için*) ekolünün tarafımdan icra edilen son ürünüdür. uzun zamandır dinlediğim, izlediğim, hayran olduğum bu şahsın, bu ekole uydurulmuş bilgilendirmesi de böyledir.
kim lan bu diyenler için "don't worry be happy" huu huh huh huh huu... diye uzayan populist şarkının bestecisi, yorumlayıcısıdır. tüm dünya kendisini, kendisinin en beğenmediği şarkısıyla tanımıştır... ne kötü; zira işleri, çalışmaları ve hayatı incelendiğinde dudak uçuklatacak kalitede şeyler yapmış olduğunu görmüyor bilmiyor insanlar...
asıl ismi yukarıda görmüş olduğunuz gibidir. bobby mcferrin, 1950 senesinin 11 martında, manhattan** da dünyaya gözlerini açmıştır. babası, robert mcferrin, o zamanların metropolitan operasına kayıtlı ilk african-american solistidir*. ailesi hollywood a taşındığında kendisi 8 yaşındaydı. ve o zamanların ünlü oyuncusu sidney poitier tarafından ücret karşılığı, filmindeporgy and bess şarkı söylemesi için çağırılmıştır. henüz 8 yaşındayken bu film için şarkı söylemiştir. aslında o zamanlarda, kendisi, klarnete hastadır, ancak şartlar gereği piyano çalmak durumunda kalmıştır. bobby, ergenlik döneminde rahip olmayı düşlemiş, ancak müziğin damarlarında akan kanda olduğu gerçeğini görmemezlikten gelemeyince o yöne yönelmemiş, müzikle ilgilenmiştir, dünya müziği açısından çokta iyi etmiştir! lisedeyken bobby mack quartet e girmiş, ardından ice follies ile birlikte ulusal müzik turuna çıkmışlardır. bu 4lüde piyano çalmıştır.
bobby, uzun zaman piyano çalmaktan biraz sıkılarak, 1977 de piyanonun arkasından, sesini denemek için kalmıştır. 4 sene süren çalışmalardan sonra astral project** grubuyla birlikte new orleans ta çalmaya başlamıştır. bu grupta vokalistlik yaparken efsanevi caz vokalisti jon hendricks ile tanışmış ve birlikte turlara çıkmıştır. ek olarak aynı zaman zarfı içersinde eski bir caz vokalistinden bir müzik yatırımcısına dönüşen linda goldstein ile tanışmış, 1979 a kadar linda, bobbynin hem menejerliğini hemde prodüktörlüğünü yapmıştır. keith jarrett in efsanevi emprövize konserlerinden çok etkilenmiş, prodüktörüyle birlikte deneysel -; solo vokalisti olmaya yönelmiştir. aslında bu o zamanlar için, geleneksel yapıya ayrıkı olduğu için büyük bir adımdır, ve yapılması bir nevi meydan okuma olarak değerlendirilebilir. hoş, periyodlar ve akımlar halinde caz tarihini incelediğimizde, tıpkı bobby gibi bu zorluğun altına girmiş, ve caza yeni perspektifler ve yeni stiller getirmiş birçok müzisyeni görebiliriz. ki kendisine bu müzisyenlere yegane örnektir. bill cosby 1980 yılında kendisi için playboy jazz festival inde bir yer ayarlamış, bobby yaklaşık 1 saatlik bir performans göstermiştir. ***** 1981 yılında düzenlenen kool jazz festival da inanılmaz bir performans göstermiştir. zaten hemen ardından vokal kariyerinin ilk albümünü çıkarmıştır aynı zamanda ise tamamen emprövize solo konserlerine devam etmiştir. 1983 te ilk avrupa turuna çıkmış, yalnız başına, bir orkestra olmadan seyirciyi selamlayınca, ilk başta avrupa seyircisi ne olduğunu anlayamamış, ancak konser bitiminde, bobbynin tamamiyle seyirciyi ve etrafta ne bulursa onu**** kullanarak sergilediği müthiş performansından sonra bu yenilikçi vokaliste hayran kalmıştır* bu çeşitli konserlerde performe ettiği şarkılar the voice albümünde toplanmıştır. bir süre sonra alman eleştirmenler tarafından mucize ses olarak addedilmiştir.
1980lerde, vokal emprovizasyonunu ve seyirci etkileşimini geliştirmiştir. aslında, sahnede ki esprili ve sempatik tavrı ve zamanlaması, kasıtlı olarak zapt etmediği eğlenceli mizacı, her tarz müziği aşkla tonlamasıyla, bobby, sahne performansını bir adım öteye taşıyarak, performanstan alıp, adeta bir müzikal kutlamaya-paylaşıma, müzikal ayine çevirmiştir. 1985te ilk grammy ödülünü manhattan transfer ile birlikte yaptığı another night in tunisia çalışmasıyla almıştır. diğer grammy ödülleri ise 1986da bernard tavernier in round midnight çalışmasıyla ve 1987 de jack nicholson ile how the rhinoceros got his skin çalışmalarına verilmiştir.
1988de yine eşlikçisi olmadan tek başına emprövize olarak hollywood bowldan carnegie halle kadar ve elbette dünyanın birçok yerinde konserler vermiştir. ünü, artık müzikal ve fenomen haline gelmiştir. simple pleasures albümünü çıkarmış, böylelikle 1960ların müziğine saygısını dile getirmiştir. dont worry, be happy hiti ile efsaneleşmiştir. 1988da da grammy ödülünü en iyi albüm ve en iyi şarkı olarak almıştır. dont worry, be happy bobby mcferrinin en bilindik, en popüler şarkısıdır. halbuki bu çok üzücü bir durumdur. keza, bahsi geçen şarkı, müzikal alt yapısı olsun, armonisi olsun, tamamen popülist öğelerle bezenmiştir. böyle bir şey neden gerçekleştirilmiştir, popülarite arayışından mı, ya da para kazanma hırsından mı bilemeyeceğim ancak mcferrinin yaptığı tüm diğer işler, şarkılar ve çalışmalar göz önünde bulundurulduğu vakit, dont worry be happynin aslında ne kadar traş, basit ve populist olduğu kabak gibi ortada olduğu için, kolaylıkla anlaşılabilir.
bobby mcferrin, vokal kariyerine ilk başladığı zamanlarda bu kadar ünlü olacağını hiç aklından bile geçirmemiştir. keza, müzik ve onu geliştirmeye olan istenci ile deneysel olmak, ünlü olmak için çok büyük bir risk olduğundan bunun ispatıdır. mcferrin, kariyerinin ortalarında, müzikal gelişimini profesyonalize edebilmek için, leonard bernstein,gustav meier ve efsanevi orkestra şefi daha önce neredeyse hiç öğrenci kabul etmemiş olan seiji ozawadan dersler almıştır. hevesi, insanın içine işleyen neşesi, virtüözlüğü ile mcferrinin gerçekleştirdiği tüm performanslar onu aynı zamanda dünya klasik müziğinin önde gelen isimlerinden biri haline getirmiştir. kendisi ilk olarak san francisco senfoni orkestrasıyla birlikte konser vererek 40ıncı yaş gününü sevenleriyle birlikte kutlamıştır. ardından hem arkadaşı hem de ünlü bir çellist olan yo-yo ma ile the hush albümünü kaydetmiştir. ki bu albüm billbordlarda 2 seneyi aşkın bir süre birinci sırada kalmıştır. 1995te st. paul chamber orkestrası ile birlikte paper music albümünü çıkarmıştır. genelde bilinen klasik müzik bestelerinden oluşan bu albümde, ilk kez orkestra şefi olarak kayıt ettiği ilk albümdür. bu albümden sonra, chicago senfoni orkestrası, cleveland orkestrasi, new york filarmoni orkestrası, philadelphia orkestrası leipzig gewandhaus orkestrası ve kendisine en son avrupa turunda eşlik eden viyena filarmoni orkestrasıyla birçok kez çalış ve turlara çıkmıştır.
son yıllarda, bobby, doğaçlamaya olan aşkını, şeflik yeteneğiyle birleştirerek bir çok konser vererek seyircilerini defalarca büyülemiştir. eleştirmenler bunu the next bobby mcferrin olarak nitelendirerek destek olmuşlardır. kariyerine hem caz vokalisti hem orkestra şefi hemde eğitmen olarak devam etmektedir. elbette, tüm bu sahne hayatı ve kariyer dışında, eşi debbie mcferrin ve 3 çocuğuyla birlikte geçirmeye adamıştır hayatının diğer kısmını.
geleneksel olmayan, yenilikçi olarak tanımlamalı bu şahsın kariyerini. bir kez olsun konserinde bulunan kişiler, zaten bobbynin ister vokalist olsun ister orkestra şefi olsun, seyircilerin beklemediklerini vererek, onları şaşırttığı ve şenlendirdiği için onu hep böyle nitelendirirler. bobby, dünya müziğinde gerçekten nadir bulunabilecek, müzik stilleri ve genellemelerin çok ötesine kendi başına geçebilmiş bir efsanedir. ek olarak, unutmamalıdır ki, kendisi, tüm dünya müzik mirasını kucaklayıp, füzyon haline getirerek, sınırları aşmış, dünya kültürüne olan saygısını göstermiş ve mükemmel müziğiyle kendisini tarihe air titanyum* harflerle kazımıştır.
bence en önemli özelliklerinden biri ise, sahnede sergilediği emprovizasyonlarının çoğu afrika kökenlidir. babasından ya da atalarından kalan bu mirası bu kadar iyi değerlendirebilmesi takdire şayandır. filhakika, o pek ukala, 60lar sonrası caz ve caz stillerine pek aşina olan montreal seyircisini bile afrika ezgileriyle kendinden geçirmeyi başarmıştır. cazın kökeninde afrikanın olduğunu yine yeni yeniden göstermiş, eline geçen her fırsatta performansının orasına berisine sıkıştırarak seyirciye bu gerçeği unutmamalarını sağlarken, hepsini aynı zamanda da çoşturmuştur.
diskografisi
1982 -; bobby mcferrin
1. dance with me
2. youve really got a hold on
3. moondance
4. all feets can dance
5. sightless bird
6. peace
7. jubilee
8. hallucinations
9. chicken
bobbynin ilk albümü kendisiyle aynı ismi taşımaktadır. albümde eşlik olmadan solo olarak söylediği şarkılara nazaran, baterist h.b. bennett ve piyanist victor feldman eşliğinde de çalığı birçok şarkı vardır. peace ve dance with me en bilinen bestelerdir.
1984 - the voice
1. blackbird [lyrics]
2. the jump
3. el brujo
4. i feel good
5. im my own walkman
6. music box
7. medley
8. donna lee
9. big top
10. were in the money
11. im alone
12. a-train
the voice albümü, tıpkı miles davis in kind of blue albümü gibi, caz tarihinin kilometre taşlarından biridir.bu bobby mcferrinin hiçbir eşlik olmadan tek başına solo olarak kaydettiği ilk albümüdür. ki james browndan i feel good yorumu tadından yenmez!
1986 -; spontaneous inventions
1. thinkin about your body
2. turtle shoes
3. from me to you
4. there ya go
5. cara mia
6. another night in tunisia
7. opportunity
8. walkin
9. i hear music
10. beverly hills blues
11. mañana iguana
the voice albümünün yeteri kadar ses getirmesinden sonra, bu albümde hem solo hem de birçok ünlü müzisyen (bkz: herbie hancock) (bkz: manhattan transfer) (bkz: wayne shorter)* ile stüdyoya girmiş, another night in tunisia çalışması ile, en iyi caz vokali ve en iyi vokal aranjesi ödülünü almıştır.* müzisyenin bir de yine aynı isimli bir konseri vardır, dvdsi mutlaka alınmalı izlenmelidir..!
1988 -; simple pleasures
1. dont worry, be happy
2. all i want
3. drive my car
4. simple pleasures
5. good lovin
6. come to me
7. suzie q
8. drive
9. them changes
10. sunshine of your love
en bilinen hiti dont worry be happy yle milyonlar satmış dördüncü albümü. drive ve good lovin çeşitli teknik vokalizasyonları ile insanı adeta kendinden geçirir.
1990 -; medicine music
1. medicine man
2. baby
3. yes, you
4. the garden
5. common threads
6. sweet in the morning
7. discipline
8. he ran all the way
9. angry
10. the train
11. soma so de la de sase
12. the 23rd psalm
ismi gibi ilaçtır. bu albümde ilk defa voicestra ismini verdikleri 12 kişiden oluşan bir vokal grubuda eşlik etmektedir. albüm coğunlukla gospel ve latin izlerini taşır. babasınında dahil oldugu tüm şarkılar annesi içindir. common threads bir aids belgeselinde kullanılmış, eğer yanlış hatırlamıyorsam, bestenin kompozisyonunda lyle may yada pat methenynin parmağı vardır. ek olarak inatla belirtmek isterim ki, sabah sabah sweet in the morning dinlemek kadar güzel bir güne başlayış yaşamadım ben evet.
1991 -; play
1. spain
2. even from me
3. autumn leaves
4. blues connotation
5. round midnight
6. blue bossa
chick korea ile birlikte canlı olarak kaydettikleri yenage çalışma. özellikle spain ve blue bossa inanılmaz olmuştur. caz severlerinde bileceği gibi, caz dünyasının klasik şarkılarını alıp, yorumlamışlardır. ama altını çizmek gerekir, şarkı söylemiyor bobby, çoğunlukla vokal -; drumming throat singing yaparak besliyor müziği. örneğin spainde söz yok*
1992 -; hush
1. grace
2. andante from concerto in d minor for two mandolins (vivaldi)
3. flight of the bumblebee (rimsky-korsakov)
4. stars
5. hush little
6. vocalise (rachmaninoff)
7. musette (j.s. bach)
8. coyote
9. allegro prestissimo from sonata for 2 cellos (barriere)
10. ave maria (gounod/bach)
11. howdown!
12. air from j.s. bachs orchestral suite no. 3 (j.s. bach)
13. goodbye
bobby mcferrinin arkadaşı yo yo ma ile yaptıkları, ilk klasik müzik kaydı. ave mariayı defalarca kez sahnelerde seslendirmiştir. flight of the bumblebee deki performansı ile dudak uçuklatır.
1995 -; paper music
1. overture to the marriage of figaro (mozart)
2. menuet from string quintet no. 1 in e major, op.13, no.3 (boccherini)
3. pavane (faure)
4. minuetto & finale from pulcinella suite (stravinsky)
5. concerto in g minor for 2 cellos, strings and continuo (vivaldi)
6. scherzo from a midsummer nights dream, op. 61, no.1 (mendelssohn)
7. first movement from concerto for violin, strings and continuo in a minor (bach)
8. eine kleine nachtmusic, k. 525 (mozart)
bobby mcferrinin orkestra şefliği yaptığı ilk kayıtlı albümdür. st. paul chamber orchestra ile birlikte çalışmıştır. pavane yorumu müthiştir. bobby hem orkestrayı yönetirken hem de söyler, sonlara doğru normalde klarnetin olması gereken yerde bobby söyler ve öyle güzel bir nüans ile yerini klarnete bırakır ki, hangisi hangisi anlamakta zorluk çeker, hayran falan kalır, oha falan bile olabilirsiniz evet.**
1996 -; mozart sessions
1. concerto for piano and orchestra no.23 in a major, k. 488
2. concerto for piano and orchestra no. 20 in d minor, k. 466
3. song for amadeus, improvisation on mozarts sonata no. 2 in f major k. 280/189e:ii adagio
yine bir bobby -; chick* çalışması. diğerlerinden daha farklı bir biçimde, bu klasik müzik çalışmasında, iki müzisyen kendilerinden bir şeyler katarak yorumluyorlar. böylelikle, mozartın o dayanılmaz müziğine bir de caz perspektifinden bakabiliyoruz.
1996 -; bang!zoom
1. bang!zoom
2. remembrance
3. selim
4. freedom is a voice
5. friends
6. heavens design
7. my better half
8. kids toys
9. mere words
bu albüm birçok farklı müzisyenin katılımıyla oluşturulmuş, bobby mcferrinin inanılmaz vokal tekniğiyle süslenmiş bir albüm. fakat nedense benim bir türlü ısınamadığım albüm olmuştur bu.
1997 - circlesongs
1. circlesong one
2. circlesong two
3. circlesong three
4. circlesong four
5. circlesong five
6. circlesong six
7. circlesong seven
8. circlesong eight
bu albüm, mcferrinın gerçektende dünya müzik mirasını ve kültürünü kucaklayarak, onları bir üst seviyeye taşımaya çalıştığının adeta bir göstergesidir. circlesongs, yine voicestra korosunun, yani 12 farklı vokal disiplinlerinden gelme**** kişilerin mcferrin ile dünyanın farklı yörelerinden ayin ya da dinsel müziklerin füzyonunu icra ettikleri müthiş bir albümdür. eğer yanılmıyorsam, circlesong 2 bir iran sufii ayinini, 6 ise yahudilerin bir ayinini baz alıyordu. kesinlikle dinlenmesi gerekmektedir.
2002 -; beyond words
1. invocation
2. kalimba suite
3. a silken road
4. fertile field
5. dervishes
6. ziggurat
7. sisters
8. circlings
9. chanson
10. windows
11. marlowe
12. mass
13. pat & joe
14. taylor made
15. a piece, a chord
16. monks/the shepherd
kendi albüm tanıtımında, der ki; beyond words bobby mcferrinin müzikteki sihri bulduğu noktadır. yanlışta demez hani. keza, yıllarca süren turlar, dünyanın 4 bir yanına yapılan yolculuklar, ve kendi stiline harika bir şekilde ayak uydurabilme yetisine sahip olan, omar hakim, richard bona ile orta doğu, asya, avrupa, afrika, hint kültürlerine dair çok hoş ezgileri bulmak mümkündür. windows haricindeki tüm eserler kendisine aittir. özellikle invocation müzikte son noktadır benim açımdan!
binlerce kez sahneye çıkmış, 10 kez grammy almış, yenilikçi tarzı, kucaklayıcı yapısı, neşeli ve esprili mizacı, inanılmaz ses ve ses tekniğiyle milyonları binlerce kez coşturmuş, büyülemiş bir sanatçı olarak bobby mcferrin, eğer biri bana kalkıp sorarsa, bu dünyada tanrının müziğini yapan birini göster diye, ilk ve tek işaret edeceğim müzisyendir.
bence, gerçektende kendisi tanrının müziğini icra etmektedir. 58 yaşında olması sebebiyle, aman bir şey olacak diye çok korktuğum yegane sanatçıdır.
mutlaka dinlenmeli, dinletilmeli, türkiyeye geldiğin konseri kaçırılmamalıdır. 200 ytl bile olsa inanın o paranın son kuruşuna kadar değecektir...
çalışmamda yardımı dokunan emeği geçen gökhan a.ya teşekkürü borç bilir, buradan selam ederim.
Yazı a4 ile 40 sayfa olduğu için sözlükte 50000 karakter sınırı nedeniyle yazıyı üçe bölmek zorunda kaldım. Şöyle ki:
INDEX*
ilk entry : Giriş - Ragtime - New Orlans & Dixieland - Blues - Chicago & Swing
ikinci Entry : Bebop - Cool jazz - Hard Bop - free jazz
Üçüncü Entry : fusion - 90lar - Avrupa
ve yardım çağrılarıma bir ses etmeyen uludağ sözlük ahalisine de sitemi borç bilirim... #9799315, #9799383 bu sebeptendir ki yazıda ' ve " işaretleri bulunmamaktadır, aksi halde sadece bunları yeniden yazmak bile yaklaşık bir saatimi alacaktı...
giriş :
caz, hiç şüphesiz kuzey amerika kıtasının dünyaya en büyük hediyesidir. doğum yeri genelde new orleans olarak bilinse de, elimizde caz öncesi döneme ait hiç bir kayıt veya cazın temel öğesi olan doğaçlamaya yer veren herhangi bir nota yazımı bulunmadığından, cazın tam olarak nereden çıktığını bilinmemektedir.
cazın kökleri, yoğun olarak afrika kültürüne ve geleneklere dayansa da, caz bir amerikan müziğidir. ritmik kökeni afrikadan, armonik kökeni avrupadan gelmiştir diyebiliriz. amerikaya köle olarak çalıştırılmak üzere getirtilen afrikalı köleler, avrupa armonisi ve ritmik formlarını kendi müzikal kültürlerini ifade etmek için kullanmışlardır.
cazın kökenleri kadar bu müziğe caz isminin nasıl konulduğu da belirsizdir. batı kökenli önemli birkaç caz eleştirmeni bu konu ile ilgilenmiş ve ortaya çeşitli teoriler atılmıştır. princeton üniversitesinden profesör harold bender, caz sözcüğünün batı afrika sahilinden amerikaya götürülen yerlilerle birlikte geldiğini ve hızlandırmakheyecanlandırmak anlamında kullanıldığını söylemektedir. glaskow üniversitesin profesörlerinden henry george farmer tarafından ileri sürülen ikinci teoriye göre bu sözcük, arabistandan sudan vasıtasıyla afrikaya gelen cazibcezbe gibi arapça sözcüklerden türetilmiştir. yazar irving schwerke tarafından ileri sürülen üçüncü teoride ise caz sözcüğü fransızca konuşmak, gevezelik etmek manasına gelen jaser sözcüğünden bu müziğe aktarılmıştır.
kökenlerindeki bu belirsizliğe rağmen açık olan caz sözcüğünün new orleans dolaylarında jass her up yani hızlandır, heyecanlandır, canlandır manasında kullanıldığıdır.
1913te sanfransisco bulletin adlı gazetenin jaz(z) sözcüğünü dile yeni katılan ve fütürist bir nitelik taşıyan sözcük olarak belirtmesi, önemli bir belge niteliği taşır. gazetedeki makalede jazz sözcüğü henüz bir müzik türü için değil, daha çok, enerjik, ruhsal veya yaşamsal bir hareketlenme ve garip bir çekicilik, keyiflilik veya mutluluk için kullanılmıştır. jazzın bir müzik terimi olması, 1917de original dixieland jazz band in ilk plağı ile gerçekleşmiştir.
caz amerika kıtasında doğmuşsa da kökeni afrikaya dayanır. afrika kıtasının zengin ve karmaşık kültürü içinde biçimlenen caz müziğini üç ana bölgeye ayırılabilir. coğrafi konumu gereği oldukça misafir çekmiş olan güney afrika, sömürge devletlerinin yüzyıllarca iştahını kabartmış bir bölgedir ve konumu nedeniyle bölgede oluşan müzik, avrupa müziğinin armoni esaslı yapısından nasibini almıştır.
kuzey afrika bölgesinin yanı başında bulunan tek tanrılı dinler, bu bölge müziğini oldukça modal tutmuştur. afrika müziğinin karmaşık görüntüsünü en iyi yansıtan batı afrika bölgesinde ise kilometrelerce uzunlukta bir alanda farklı müzik karakterleri ve enstürman çeşitliliğiyle karşılaşılmaktadır.
kayıtlara göre köle olması için getirilen ilk afrikalının amerikaya ayak bastığı tarih 1618dir. beyaz adama her türlü fiziksel iş için hizmet etmek amaçlı getirilen siyah kitleler, 200 yılı aşan bir zaman dilimi boyunca dillerini ve dinlerini bilmedikleri bir ortamda yeni bir yaşama tanık oldular. bu yabancı ortamda kimliklerini ifade etme amaçlı kullanabildikleri tek araçları ise yanlarında getirdikleri müzikleriydi.
afrika müziğinde karışık bir ritim anlayışı, melodik açıdan ise ilkel bir duygu, armonik olarak da 5 sesli primitif bir gam bulunmaktadır. cazın bugünkü karmaşık yapısını temelini bu ilkel müzik oluşturmaktadır. amerikanın farklı bölgelerinde çalışanlar arasında farklı tür nota kullanımı vardır. gezgin sokak satıcıları arasında pesleştirilmiş blue note denilen notalar, tarlalarda çalışanlarda ise field holler denilen yanık tarla şarkılarında yine aynı pesleştirilmiş notalar vardır. taş kırma gibi ağır işlerde çalışanların work song denilen şikayet şarkılarında yine bu pesleştirilmiş notalar vardır.
amerikaya köle olarak getirilen afrikalılar 1861-65 yılları arasında süren amerikan iç savaşı sonrası görece serbestleşmişler, iç savaş sonrası oluşan bu yeni süreçte siyahlar kendi kimliklerini yeniden tanımlamaya başlamışlar ve ifade aracı olarak da yine müziği kullanmışlardır.
20. yy.da zenciler beyazların arasına, onların eğlence mekanları, kilise gibi mekanlarına daha fazla karışmaya başladı. bu kaynaşma ortamında doğal olarak kimlikleri senteze uğradı. zencilerin beyazların dünyasında zorlanmadan girdikleri ilk kurum din kurumudur. siyah adam kilise destekli hristiyanlık öğretme amaçlı davete fazla direnme göstermedi. kiliseler onların ağır iş yüklü hayatlarında bir rahatlama, huşu bulma faydası sunmaktaydı. zenciler kiliselerde istedikleri gibi şarkı söyleme fırsatı da bulabiliyorlardı. kiliselerin mistik atmosferinde söylenen dinsel ilahiler siyah ırkın müzikte en önemli kimlik ifade etme aracı olan blues türünün formunu oluşturmuştu. blues siyah adamın bireysellik serüveninin en önemli göstergesidir. beyaz armoninin siyah blue notela buluşmasıdır.
zencileri kiliseden sonra ikinci cezbeden olay marş çalan bandlardır. marşların ritmik yapısı kadar, müzisyenlerin parlak ve etkileyici giysileri ve enstrümanların çeşitliliği onların hayal dünyasını derinden etkilemiştir. cazın 2/4 ve 4/4lük ritim anlayışının bandlar sayesinde geldiği düşünülmektedir. amerikan iç savaşından sonra kullanılmayan ve oldukça ucuza satılan bir çok bando enstrümanı daha önce kendi el yapmaları telli sazlarla ve bançolarla çalan zenciler tarafından satın alınmaktaydı. bu nedenle caza ilk giren aletler bu gibi bandolarda bulunan trompet, trombon, klarinet gibi bakır sazlardır. her bandoda bulunmayan saksofon ve bandolarda hiç bulunmayan piyano ise caz müziğine çok sonraları girmiştir.
siyah ırkın caz müziğini etkileyen diğer bir önemli olay ise 20. yyın başlarına ait şarkılar, danslar ve vodvildir. oldukça neşeli bir havası olan bu danslar ve esprili vodviller zencilere çok sıcak geldiği gibi genellikle bu devrideki ağır şarkıların temelini teşkil eden 16 mezurluk anglosaksonbaladlarının hüzünlü tutumu zencileri derinden etkilemişti. nitekim buradan 32 mezurluk şarkı kalıbı gelişmişti. bu devirde kullanılan ve fransız quadrillelerine dayanan cakewalk gibi danslarda ragtimeın temelini oluşturmuştu.
ragtime: (189* - 191*) *
cazın ilk hali denince ragtime anahtar bir müziktir. adından da anlaşıldığı gibi bu müzikte parçalanmış(ragged-time), dilimlere ayrılmış bir zaman söz konusudur. ragtime, belli zaman dilimlerine oturan ve kimi zaman farklı tempolarda olan melodilerin sık örgüsü içinde, başlarda doğaçlamayı çok önemsemeyen bir müzik formudur. çoğunlukla besteye dayanır. başlarda piyano için yapılmış olan ragtime besteleri, marş biçiminde düzenlenmiş 16lik notalardan oluşur ve sol ele ağırlık verirdi. zamanla, basitçe, melodileri yineleyip duran sağ elin de özgürleşmesi ile, caza yönelik ilk adımlar atılmaya başlanmıştı. işte bu tekrarlı ve ritmik çalışlar müziğin yani ragtimea adını veren tekniği oluşturmaktadır.
bilinen ilk caz stili olarak kabul edeceğimiz ragtimeın merkezi bu müziğin en önemli temsilcisi olan, müzisyen scott joplinin oturduğu missouri eyaletindeki sedaliadır.
ragtime müzisyenleri, müzikteki hızları gibi, oldukça hızlı ve üretkendiler. bu müzikte melodiyi üretmek basit, bu melodileri ragtime formları içinde beste olarak tutmak zordur. scott joplin bu konuda büyük bir ustalık göstererek otuzdan fazla rag yazmıştır. bunların içinden mapple leaf rag ve the entertainer en ünlüleridir. avrupai bir müzik bilgisini siyah kültürü ve hayati ile birleştiren ragtime müzisyenleri, beyazların anlayışı ile ama siyah bir biçimde çalmaktadırlar.
ragtimei caz yapma yolunda ilk büyük adımı, new orleanslı jelly roll morton atmıştır. müziğinde melodik özgürlüğü öne alıp, doğaçlama öğesini kullanır, ragtimedan aldığı formları korur ve kendine ait melodileri kullanırdı. mortonin ragtimea eklediği en önemli yenilik, caz tarihinde ilk defa seslendiricinin parçada fark edilir niteliği ve kişisel yorumlarının görülebilmesidir. la leggenda del pianista sulloceano filminde de, değinildiği gibi, jelly roll morton, şaka ile karışık, cazı, 1902de ben yarattım diyerek övünmektedir.
ragtime öncelikle piyanoyla icra edilen ve beste ağırlıklı olan bir müziktir. cazın temel özelliği olan doğaçlama olayı ragtimeda görülmez. pek çok ragtime formu vardır. teksasda banço ile yapılan ragler, nefesli ve yaylı toplulukları için yazılmış ragler ve ragtime şarkıları. bunlara ek olarak da ragtime valsleri. bugün için sadece piyanoyla yapılmış ragtimelar hatırlanmaktadır. klasik ragtime olarak da tanımlanan bu rag, bugün için sanatsal değeri nedeniyle cazı en çok etkileyen ragtime formudur.
19.yy müziği olarak ragler içinde chopinden ve özellikle lisztden marş ve polkaya kadar o dönemde önemli olan pek çok şey vardır; ancak tüm bu farklı müzikler ritmik bir yorum ve siyahların hareketli icra tarzıyla yoğrulmuş ve ragtimeı oluşturmuştur.
ragtime amerikan kıtasını boylu boyunca kat eden tren hattı boyunca çalışan işçiler arasında özellikle sevildi ve her yerde çalındı. ragtime piyanistleri eserlerini radyo öncesi bu devirde silindirlere kaydederek insanlara ulaştırıyorlardı. bugün bunlardan çok azı elimizdedir. plak öncesi dönemde bu silindirler tek kaynaktı ve uzun yıllar ortalarda yoktu; ancak 1950lerde antikacı dükkanlarında bulundular ve plaklara kayıt edildiler.
ragtime sonuçta siyahlar tarafından çalınan beyaz müziktir ve pek çok caz müzisyenini etkilemiştir...
--
ama açık bir nokta var ki, o da, cazın doğmasında etken olan en büyük faktör, 20.yyın başında orleansta bulunan hafif bir klasik müzik, pop müzik ve yoğun olarak da amerikan siyah halk müziğidir.
new orleans, her zaman kendine özgü bir kültüre sahipti; deyim yerindeyse, parlak bir yıldızdı. 1700lerin sonu ve 1800lerde orleansda çoğunlukla, sanata oldukça değer veren ve müzik ve dans gelenekleri kuvvetli olan, fransızlar oturmakta idi. orleans, çağına ve boyutuna göre müzikal organizasyonlarda bütün amerikan kentlerinden ileride idi. orleans, gerçek bir fırtına gibi idi; operalar, gemi isçilerinin seslerine karışıyor, voodoo ayinleri, menüet ve çeşitli avrupa dansları ile birilikte ayni kentte görülebiliyordu. cazın siyah yönü de gittikçe büyüyordu. orleans, serbest bırakılan güneyli köleler için çekici bir kentti. 1800 lerin basında gelen son büyük haitili creol zencileri ile birlikte kentte çok büyük bir orana ulasan siyahlar, orleansi önemli bir siyah kültürü kenti haline getirdiler. new orleans, mississippi nehrinin tam ağzında amerika-karaipler hattında önemli bir ticaret kenti olmuştu. kentin limanı yakınlarında adi story olan yaslı bir adam bir bölgeyi kapatıp orada içki, müzik, ve bir çok eğlence maddesinin kullanımını sinirsiz bıraktı. böylece burada, caz tarihine adi büyük harflerle geçen ünlü storyville` oluştu. storyville, bir çok caz müzisyeni olacak yetenekli gençler için pratik yapmak amacıyla essiz bir yerdi.
cazın oluşumunda beş temel öğe vardı; blues yürüyen bandolar ve bakir üflemeli bandolar yeni enstrümanların gelişimi klasik müzik ragtimelar klasik müzik, avrupadan amerikaya gelmiş ve varlığını uzun süreden beri sürdürmekteydi. bunun yanında, orleans çevresinin festival gelenekleri oldukça fazla müzisyene ev sahipliği yapan müzik guruplarının gelişimini sağlamıştı.
dört telli banjo ve 6 telli gitar, saksofon, trombone gibi bir çok müzik aleti artık, caz için kullanılıyordu. yeni enstrümanlar, orkestra oluşturmada ve parçaları seslendirmede yeni ufuklar açıyor, farklı tınıların yorumları cazın oluşumunda önemli bir gelişim anlamına geliyordu.
daha çok güneyde başlayan ve ardından siyahların günlük hayatlarının bütüncül bir anlatısına dönüşen blues, önemli bir psikolojik etki vermişti caza. blues, kölelerin gün boyunca çektiği sıkıntıları ve hayatlarındaki hüzün basta olmak üzere her yönü anlatan büyük ve baslarda dinsel sayılabilecek bir müzikti. caz ise, bu etkileri daha aza indirip, öncelikle eğlenceyi anlatmayı kendine görev alan bir yapıdaydı. ama avrupai kökleri, ona, hüzünlü durumları ne kadar iyi dramatize etmesi gerektiğini yakın bir zamanda -new orleans ve swing zamanlarında- öğretecekti...
-- new orleans & dixieland :
-new orleans- (191* - 192*) *
caz, ilk dönemlerinden itibaren bir kent müziği olarak kentin barındırdığı farklı kültürlerden etkilenmiştir. bu durumun en somut örneği 20.yy. başındaki new orleansta her ırktan ve halktan çok sayıda grubun caz müzisyenleri için inanılmaz bir kaynak oluşturmasıdır. birleşik devletler, yüzyıl başında satın aldığı eyaletlerle sınırlarını genişletiyordu. bu eyaletlerdeki fransız, ispanyol, italyan, ingiltere ve hatta almanyaya kadar kökleri ulaşan yerleşik halkların varlıklarını sürdürmelerinde en önemli silahları kendi kültürleriydi. eyaletlerin bu beyaz nüfusuna afrikadan getirtilen ve kökleri beyazlar kadar karmaşık olan zenci topluluklar da karışmıştı.
aynı gece içinde, bir kentte, ingiliz halk şarkıları ve madrigalleri, ispanyol dansları, fransız dans formlarından ve halk şarkılarından oluşan müzikler ve baleler, doğu avrupa tarzı askeri bandoların yürüyüşleri, kilise ilahileri ve koralleri, siyahların şarkı biçimindeki bağırışları ve bluesları birbirine karışabiliyordu. hatta 1890larda sona eren ve kentlerin büyük meydanlarında toplanıp afrika geleneklerini ayakta tutmayı tam anlamıyla örnekleyen voodoo törenleri bile vardı.
bugün, cazın doğaçlama dediği şey, o zamanlarda etrafı birbirine katmak, jassing yada jazzing up diye anılıyordu. doğaçlama ilk dönem cazı için performansın çok büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. parça içinde ritmik yürüyüş kaybolmaya hazır gibi gözükse de, müzisyenlerin kolektif doğaçlaması her şeyi üstleniyordu. kendi repertuarını oluşturmuş bir müzik olarak caz, etkilendiği blues, ragtime ve üflemeli orkestra müziğinden çok daha fazla çeşitlilik ve canlılık gösteren bir müzikti.
aslında, 1930lara gelinceye kadar cazı tanımlamak için, new orleans, dixieland ve chicago stilleri yerine tek bir terimle combo caz ifadesi kullanılabilir. çünkü, cazın dünya müzik tarihine altın harflerle adını yazacağı, bütün dünyanın caz çağı diye anacağı swing devrine kadar, caz, ayrışmaya ve karışmaya devam etme dönemindedir. new orleans stili olarak combo caz, en belirginleri, trompetçi louis armstrong ve klarnetçi sydney bechet olmak üzere yalnızca new orleans kentinde otuzdan fazla müzisyen grubu üretti. kentin nüfusu yalnızca 200.000 civarında idi ve bu rakam inanılmaz bir seviyeyi işaret etmekteydi. bu grupların ortaya çıkmasında, müzisyenlerin çalması için sürekli ortam sağlayan storyville isimli gece klüplerinden oluşan eğlence yeri çok önemlidir.
birçok kişinin cazın doğum yeri olarak gösterdiği new orleans, böylesine büyük bir unvanı tam olarak taşımasa da, cazın netleştiği yer olması bakımından önemli bir eyalettir. o dönemki caza benzer blues ağırlıklı olan bir stil aynı yıllarda memphiste de çalınmasına karşın, new orleansın 1930lara kadar caz stiline adını vermesi, storyville ile cazın en büyük merkezi olması ve de belirgin soylu ve ya göçmen gruplarının baskınlığını içermesinden gelmekteydi.
new orleonsun farklılığı içerdiği farklı kültürlere ait grupların yaratıcı beraberliği ve cazın doğuşunda her zaman etkisi hissedilen avrupa müziğini barındırmasıdır. fakat new orleans stilini asıl doğuran güç kente hakim farklı iki siyah topluluğun kültürel çatışmasıdır. bu toplulukların ilki fransız sömürgesinden beri amerikalıdır ve kreol olarak tanımlanmaktadır. kreoller diğer siyah topluluk gibi iç savaş sonrasında kölelikten kurtulmuş değildir. en baştan beri özgürdürler ve fransız kültürünün temsilcileri olarak görülürler. konuştukları dilleri bile ingilizce değil, bozuk bir fransızcadan oluşmaktaydı ve fransız olmanın getirdiği avrupa müziği bilgisine sahiplerdi.
kreollerin karşısındaki amerikalı siyahların bir çoğu afrikadan alınıp getirilmiş olan ve kölelikten serbest bırakılmış oldukları için bluesu daha çok ve yoğun içeren gruplardı. özgürlüklerini sonradan kazandıkları için kreoller tarafından bile ayrımcılık görmüşlerdi. nota bilgisine sahip kreoller ile müziği sözel gelenekle daha canlı biçimde nesilden nesile aktaran amerikalı siyahların müziği, sonunda ragtimeın ünlü piyano ustası jelly roll morton tarafından birleştirilmişti.
new orleansın cazın bu ilk büyük dönemine en önemli etkisi müziğe canlı bir çalma stilini kazandırmasıdır. oldukça işlek bir ticaret kenti olan new orleans, bir çok sirk ve festivale ev sahipliği yapıyordu. birçok ünlü caz grubu, gezgin veya kalıcı sirklerde yürüyen bando olarak yada sabit eğlence köşelerindeki orkestralar olarak çalıyordu. bu festivallerin en ünlüsü mardi grasda her yıl binlerce insan toplanıyordu. bunun yanında caz orkestralarının canlı kalmasına yardımcı olan bir diğer gelenek ise fransızlardan kalma olan funerals idi. funeraller kentten mezarlığa kadar hüzünlü bir biçimde çalınan, mezarlıktan geri dönüşte canlı ve eğlenceli bir hava yaratılan törenlerdi. caz müzisyenleri bu gelenekler içerisinde , marş formunu öğrendi ve geliştirdi.
new orleans grup doğaçlamalarına dayanan basit bir çok sesli müziktir. tipik bir new orleans grubu iki kornet veya trompet, bir klarnet, bir trombon, piyano, banço ve gitar, kontrbas veya tuba ve davuldan meydana gelmektedir. kısaca new orleans grupları basit bir bando minyatürleridirler.
new orleans müziği çalan müzisyenler mississippi nehrinde gemilerle onların civarındaki trenlerle gezgincilik yaparlarken kendi müziklerini memphis, st. louis ve chicago gibi şehirlere yaymışlardır. memphis ve st. louisde zenciler, chicagoda ise beyazlar bu yeni müzikten etkilenmişlerdir. chicagoda beyazların yaptığı müziği zencilerden ayrı tutmak için dixieland sözcüğü kullanılmıştır.
-dixieland- (191* - 192*) *
başlarda, new orleansın beyaz hali dedikleri dixieland, aslında cazın ilk olarak plak kaydına geçtiği dönemdir. caz müziğinin ilk plak kayıtları, the original dixieland jazz bandın chicago ve new yorka turnesi için yapılmıştır. beyazlardan oluşan bu topluluk, 1916da chicagoda, bir yıl sonra da new yorkta üne kavuşmuş, o dönem için zencilere nazaran büyük paralar kazanmıştır.
beyazların siyahların tekeline ait caza olan ilgisi büyüktü. her ne kadar zenciler kültürlerini ve paralarını beyazlarla paylaşmaktan hoşlanmasalar da, cazın ilk dönemi için büyük gruplar arasında beyazlar da vardı. beyaz caz müzisyenlerin anlatım içerikleri pek olmasa da, teknikleri siyah müzisyenle göre temiz ve oldukça iyiydi.
new orleanstaki ilk ünlü beyaz caz orkestrası, papa jack lainein orkestrasıdır. orkestranın bu dönemde kazandığı başarıyla önceleri daha çok argoda kullanılan jasm veya gism sözcükleri geniş kitlelere ulaştı ve artık caz adı ile doğdu.
1900lerin ilk 10 yılındaki, cazda beyazları çalış tarzlarını ayırt etmek için kullanılan dixieland sözcüğü, zamanla bu stilin adına dönüşmüştür. fakat ileriki yıllarda siyahlar ve beyazlar aynı gruplarda çalmaya başlayınca dixieland gibi saf bir stili ayırt etmek neredeyse olanaksız hale gelmiştir.
caz dünyasında bu müziğe zenci ve beyazlar açısından bakıştaki farklar bu devirlerden başlamaktadır. zencilere göre sıkıntıları az olan beyazların müziği daha hızlı tempolu ve neşelidir. deşarj olmak ve hoşça vakit geçirmek için müzik yapmaktadırlar. zenciler kendileri için daha önemli bu müziği, yaptıkları bilinçli yada bilinçsiz araştırmalar ile devamlı ilerletiyorlar ve bugünkü cazın temelini kuruyorlardır.
dixiland gruplarında enstrümanlar new orleans gruplarının çaldığı enstrümanlarının aynısı olsa bile çalış stillerinde farklılık sezilmekteydi.
new orleans ve dixiland dönemlerinin en büyük ustaları, sidney bechet, kid ory, barney bigard, papa & louis delilse, nelson ve louis armstrongtur. bu müzisyenlerin arasında öne çıkan büyük usta dixilandin de farklılaşmasını sağlayan louis armstrongdur. armstrong caz müziğine notaya dayalı uzun soluklu cümleleri içeren kaygan, hareketli, ve oldukça sıcak bir çalım tarzıyla büyük bir yenilik getirmiştir.
birçokları için cazın gerçek babası tek bir kişi vardır: louis armstrong. new orleanslı olan armstrong, 1922de ünlü kingjohn oliver orkestrasından aldığı teklif ile chicagoya gider. ilk kayıtları olan, oliver orkestrasıyla yaptığı dippermouth bluesda yeteneğini herkes onaylar. ölümüne kadar onu her yere tanıtacak olan takma adı satchmo ise daha bu kayıtlara da adını veren büyük ağzından gelir.
chicago ve new yorkta bir çok orkestra ile kayıtlarda bulunan satchmo, en önemli kayıtlarını, 1927 ve 28 de louis armstrong and his hot five adı ile kaydetmiştir
louis armstrong erken dönemde çizdiği profil ve özellikle dramatik soloları ile cazın altın çağı için çok önemli bir model olmuştu.
louis armstrong caz tarihinin ilk büyük solisti idi. caza getirdiği en önemli yenilik tek enstrümana inebilen ve grubun tamamını bir kerede meşgul etmeyen solo cümleleri ile, cazı ilk defa ilkel bir kolektif doğaçlamadan çıkarmasıdır. ayrıca armstrong ragtimedan gelen ritmik anlayışın yerine ilk defa sekizlik swingi oturtmuş ve yeni anlayışla, enstrüman gruplarının içeriğini, enstrüman sayısını ve hedeflerini değiştirmiştir.
armstrong, kaliteli tekniğiyle enstrümanı olan trompete yeni bir yol vermişti: tonunu popülarize edip, herkese yaymış, ardından da hazırladığı bu kabul ortamında, stilinde bir çok değişiklik yapıp onu öncü bir biçimde geliştirmiştir. kuvvetli bir üfleyişle, sıcak, metalik ve yüksek perdeden yankılanan bir sesi vardı. doğaçlama yeteneği dışa vurumcuydu ve oldukça çağdaş bir armoni ile desteklenmiş bir swingi vardı.
louis armstrong, 30lardan sonra 50den fazla filmde oynadı. artık konserlerinde şarkı da söylüyordu. üstelik 1950 sonrasında çok büyük liste başarıları da vardı. oynadığı broadway müzikalihello dolly ile bir hafta ünlü beatlesi bile geride bırakmıştır. hayranları, onun müzik tarihinin en uzun kariyeri olan frank sinatrayı geçememesine üzülse de, cazın ilk ve en büyük yıldızı ve kariyerine sahip olma onuru her zaman onun olacaktır...
blues, ister cazın içinde olsun, isterse kendi başına çalınsın, her durumda özgünlüğünü korumuş bir müzik olmayı başarmıştır. joseph machlisin de belirttiği gibi, blues, bildiğimiz herhangi bir avrupa veya afrika kökenine sahip olmayan yerel bir amerikan müzik ve söz formudur. bir başka deyişle, blues, amerikada var olan bütün köklerin kendine ait özel bir kimliği olan tek karışımıdır.
blue sözcüğü, elizabeth döneminden beri melankoli ve depresyon ile anlamlandırılırdı. elbetteki, elizabeth, dönemi böyle bir anlamı doğurmakta haklı idi, ama, bugünkü anlamı, 1807de amerikalı yazar washington irvingin deyim olarak kullandığı the blues olarak kazandı. blues, üzüntü, melankoli, depresyon ve genel bir hüzün durumları ile örtüşüyordu ve daha çok yansıttığı bu ruh hali ile anılıyordu. blues temsil ettiği bu ruh halinin göstergesi olarak, arkaik bir halk sanatını da temsil ediyordu. çünkü, eskiden beri halkların çektiği sıkıntıları ve yaşadığı özel ruh hallerini anlatıyordu. hiç kuşkusuz, bu halk sanatı, temsil ettiği ruh ve yaşam halleri ile siyahtı; siyahlara aitti. cazın ve bluesun tam olarak buluşmadığı, bluesun daha içe dönük olduğu ve geleneğinin büyük oranda sözlü anlatım olarak kaldığı dönemlerdeki büyük caz şarkıcısı leadbelly, blues,hiç kimsenin anlatamayacağı bir ruh halidir. o yüzden yalnızca ona kapılırsan onu anlarsın. bir sabah herşey değişir, sen garip biri, kendinin bile tanımadığı bir adam olmuşsundur. işte bu, bluesdur der, sonradan bluesun ilk yazılı tutanakları olacak olan gazete sütunlarına. bu, oldukça önemlidir; çünkü, bluesun çalımının aynı gibi gözükse de, her seferinde bir başka bluesu anlattığını anlatır bize.
blues, gerçek bir şenliktir, aslında. anlattığı her bluesun hüznüne rağmen, o, bütün bunları geçirmek için yapılmış bir ilaç gibidir, bir yandan. bu yüzden de pek çok durumda espirili ve ironiktir. anlattığı hüznü, inanılmaz bir neşe ile kaynaştırır. bütün bu neşe içinde, her zaman çok ince bir kara mizah ile oldukça kötü durumlar anlatılıyordur. bunun en güzel örnekleri, b.bking, otis rush ve en büyük blues şarkıcılarından olan big bill broonzydir.
bluesu oluşturan ilk karışım aslında, müzikal değil, ruhsaldır; ilk karışım, eski zamanlarda havada birbirine karışan, çektikleri acıları ve sefaleti anlatan şarkılardır. bu acıları dile getirirken oldukça saldırgan da olabiliryorlardı. bu saldırganlığın karşılığında, ileride spiritualler ve bluesa dönüşecek olan birlikte çalışma alanlarında yaptıkları/söyledikleri field hollerlar gelişti. çoğunlukla mississippi irmağının deltasında ölümüne çalıştırılan, istif halinde kulubelerde yaşayan ve çoğunlukla da kısa sürede ölen bu işçiler, belirgin umutsuzlukları ile insanlık yapıtları içinde dikkate değer bir halde, güneyin çalışma kamplarından çıkan yabancılaşma ve anormalliklerin ruh hallerine seslerini verdiler. bir anlamda bu hüzünlü sonun sözel gelenekteki sonucuydu blues.
bluesun kökeni üstüne büyük araştırmalar yapan alan lomaxın saptadığı önemli bir sosyal yön vardı bluesda; blues, çoğunlukla bir erkek geleneği kabul edilirdi. bu, dünyanın büyük çoğunluğunun bluesu kadın blues şarkıcılarından dinlemesine rağmen böyle idi. hatta, blues geleneğine en önemli katkıyı güney hapisaneleri yapmakta idi. ölüm mahkumiyeti, kızgın güneş, uzaktaki kadınlar, askerler gibi konular ve en önemlisi mahkumiyet sırasında görevlendirildikleri sosyal çalışma alanlarındaki şarkılar olan work songlar, bulunmaz blues hazineleri yaratıyordu.
iç savaş sırasında, blues, kölelerin ağzına takılan bir afrika müziği artığı olarak görülüyordu. ama bu takılma zamanla, field hollerların, baladların, kilise müziklerinin ve jump-up denen ritmik dans müziklerinin bir 1890lardan sonra daha çok gitarla veya önceki tarihlerde ise banjoyla sözün atışmasına dönüştü. şarkıcı bir cümle söylüyordu ve ardından da gitarı cevap veriyordu.
bugün araştırmalarını okuduğumuz birçok bluesolojist**, yazılı ilk blues parçası olarak, 1912de beyaz bir kemancı olan hart wandin dallas blues unu gösterirler. ardından gelen 1912-14 yılları arasında siyah besteci w.c.handynin yazdığı ve oldukça ünlü olan 1912/memphis blues ve 1914/st.louis blues bluesu popülerize ederler. bunun yanında, ilk vokal albümü ise, 1920de mamie smithcrazy blues olarak kaydeder.
birinci dünya savaşından sonra ise, bluesla içiçe olan güneyli beyazlardan yayılan blues, neredeyse tüm dünyaca duyulur. 20lerde, blues ulusal bir tutku olur birleşik devletlerde. önce bessie smith, sonra da, billie holidayin yaptığı kayıtlar milyonlar satar. elbetteki artık, caz da bluesla oldukça içiçedir.
30lar ve 40larda, blues, birçok siyahın kuzeye göçü ile kuzeye iyice yayıldı ve büyük orkestraların repertuarlarına girdi. özelikle, elektirkli amfilerle çalışan gitarlar müziğe giridiğine bluesun, bu yeniliği cazdan çok önce görüp kullandığını söylemek çok doğru olur. 1910lardan sonraki, muddy waters, willie dixon, john lee hooker, howlin wolf ve elmore james gibi ilk nesil büyük bluescular, detroit ve chicago gibi kuzey şehirlerinde, daha çok, bas,davul, piyano ve kimi zamanda armonika ile desteklenerek çalınan mississippi delta blues çalıyorlardı. aynı zamanlarda, t-bone walker ve b.b.king caz gitar tarzı ile blues çalımı konusunda öncü çalışmalar yapıyorlardı.
bluesu, blues yapan kendine özgü tonlamasıdır. blues, batılı tonlarla düzenlenmiş, afro-amerikan bir müziktir. bunda en garip olan nokta ise, gerçekte bluesun batılı tonal düşünce ile düşünülmemiş olmasıdır. kökeninde batı müziğinin içinde kullanılan birçok sesin değişmiş halini barındırır. temelde daha çok, kullandığımız notaların çok yakınına uğrayan ama onlar olmayan bazı notalar kullanır. işta bu notalar, blue notalardır. daha öncede bahsettiğimiz, afrikadan gelen beş sesli temel gamın dışındaki arayışlarda bulunan bu sesler, batılı tonlarla, onların düşündükleri seslerin ortalarında bir yerde, yani bugünkü terimlerle bilinen notaların yarım sesten daha düşük yani komalı değerleridir. bluesun yazıya geçirilmesinde bu soruna batılı notalarla yani gerçek sesleri değiştirerek çare bulunur ve genel olarak blues gamı olarak bilinen ve bir majör gamın üçüncü ve yedinci kimi zamanda beşinci seslerinin yarım ses kalınlaştırlması ile bulunan ses topluluğu ortaya çıkar.
blues başlangıçta aynı rap müziğinde olduğu gibi bir söz sanatıydı ve sözleri içinde batı müziğinin en ilginç ve dokunaklı biyografilerini içeriyordu. örneğin, robert johnsonın sözlerinde yoğun bir karmaşa, yalnızlık ve tutku okunur:
`mutfağıma gelsen iyi olur, dışarıda yağmur yağacak
islanıp, bir şekilde senin de bırakıp gitmeni istemiyorum
mutfağa gel hadi, baksana yağmur başlayacak`...
blues şarkı sözleri, istediğini içermekte serbest idi. çünkü, o halkı anlatan bir sanat olarak, o halkın her halini içerebilirdi. bunların içinde, çoğunlukla kişisel konular vardı; cinsel belirtiler, acı çekmeler, aldatılmalar, karşılıksız kalan aşklar gibi.
blues sözleri, genelde düzensiz bir ritimde ve konuşmalarla süslü bir biçimde yazılır. 20lerin ve 30ların efsane isimleri, charley patten, blind lemon jefferson, robert johnson ve lightnin hopkins gibi isimlerde bunun örnekleri bolca bulunur. ilk satır tekrar edildikten sonra üçüncü satır ilkinden faklı bir cümle olarak gelir. ilk iki cümlelerin aynı olması şarkıcının üçüncü satırı doğaçlaması için yeterince zaman sağlamaktadır. bu sözler müzikle uyumsuz gibi gözükse de, tecrübeli bir blues şarkıcısı, sesinde ve tonlamasındaki değişiklikler ile bunu rahatlıkla kapatır.
bugün çok sayıda blues akımı ve üslubu müzik ortamında yan yana varlıklarını sürdürebilmektedirler. eski blues formlarından sayılan folk blues, country blues, prison blues, arkaik blues gibi üsluplar ölmedi ve bunlara city blues, urban blues, jazz blues, rhtym-blues, soul blues, funky blues gibi yenileri eklendi. bu üsluplara ek olarak boğuk stili ile mississippi blues, hareketli, esnek ve caza yakınlığıyla texas blues, beyaz havası yüksek tennessee blues gibi yöresel üsluplarda vardır. bu çeşitlik müzisyenlere de yansımıştır. farklı blues yapma tercihi olan yüzlerce müzisyen kadar, bir blues sanatçısı farklı birçok üslubu müzikal ifadesinde barındırmaktadır...
chicago & swing
-chicago- (192* - 194*) *
1920lere gelirken cazın popüler olmaya başladığını görmekteyiz. talebi ve tüketimi artmaktaydı. dünyada neredeyse on yılda bir yeni bir düzen gelişiyor ve herşeyi kendi çevresinde konumlandırıyordu. bu değişimden caz da nasibini alıyordu.
dünya yeni bir savaşa hazırlanıyordu ve bu kaos ortamında caz müziğinde chicago stili denilen bir üslup filizlenmeye başlıyordu. chicago stilinin oluşumunu iki olaya bağlıyabiliriz. ilki, chicagonun gelişen bir metropol adayı olarak pek çok konuda deneysel ve gelişmesel amaçlarla bu caz stiline ortam sağlaması, ikincisi ise, daha yerel bir öykü olarak, 1922de austin lisesinde müziğe meraklı beş gencin o sıralarda, civar sahnelerde izledikleri al johnson orchestradan etkilenerek çaldıkları basit bir müzikten gelişen bir stilin adı olması.
amerika birinci dünya savaşına giriyordu. artık eğlenceye ve tabiki dönemin tek eğlence kaynağı olan caza ara vermek gerekiyordu. öyleki 1917 de önemli bir liman kenti olan new orleansta askeri disiplin açısından sakıncalı bulunduğu için dönemin en büyük caz müzisyenlerine ev sahipliği yapan storyville isimli eğlence merkezi kapatıldı. fakat askerlikle hiçbir ilgisi olmayan çok sayıda müzisyen bildikleri tek iş olan caz müzisyenliğini, devamlı yolculuk halinde ilkel botlar içerisinde sürdürdüler. bu zorunlu göç sırasında bir çok müzisyen başlarda memphis ve st.louis de vakit geçirdiler ama en sonunda neredeyse hepsi, new orleanstaki fransız bölgesine benzeyen güney chicagoda toplandılar. chicago o zamanlarda müzisyenler için iyi bir ev olmak için birçok önemli nedene sahipti. chicago metal işçiliğine ve depolarda çalışan işçilere iyi ödemelerde bulunulduğu için giderek artan negro olarak tanımlanan siyah nüfusu içermekteydi. kalkınma amaçlı bölgelerde uygulanan serbestleşme politikası sonucu chicagonun gece hayatı ve eğlence sektörü oldukça gelişmişti. birbiri adına açılan gece kulüplerinde new orleanstakine benzer müzikler çalan 3 veya 4 kişilik gruplar vardı ve her geçen gün yenilerine ihtiyaç duyuluyordu.
dünyanın karamsarlığa sürüklendiği bir ortamda chicago, savaşa uzak konumuyla ekonomisini giderek güçlendiriyordu. artan zenginlik sonucu tüketim maddelerine ve eğlenceye kaynak ayrılabiliyor, yeni bir lüks eşyası olarak gramofon hızla yayılıyordu. gramofonun evlerde artmasıyla ilk caz kayıtları yapılmaya başlandı. müzik endüstrisindeki bu yeni durum müzisyenleri de heyecanlandırıyordu.
chicago stili için kullanılan ad, araştırmaların gösterdiği gibi daha henüz tam olarak cazı tanımlamamaktaydı. aslında chicagoda yapılan müzik yoğun ve sert bir yapıya sahip olan bir dixie idi. içine piyano ve saksofonun da eklenerek oluşan bu yeni dixienin üyeleri sıkça solo yapmaktaydı. chicagoluların eyaletlerinde yapılan müziğe hala ragtime demelerine karşın edebi olarak, kükreyen 20ler veya scott fitzgeralın deyimi ile jazz çağı olarak anılan devirde chicago stili dixieland yapılmaktaydı. bu yeni devirde banjo yerini gitara, ritmi tutan tubalar ise yerini kontrbasa bırakacaktı. bu yeni aletlerle ritm daha agresif bir biçimde seslendirilecekti.
chicago stili bir çok önemli grubu çıkarmıştır. 1915-16da chicagoya ilk gelen siyahlardan oluşan freddie keppards creole band, beyazlardan oluşan tom browns band, ve original dixieland jazz band cazın yaygınlaşması için ilk anahtar gruplardır. bu gruplardan original dixieland jazz band 1917nin 30 ocağında new yorktaki ünlü reisenwebers restaurant ile tarihi anlaşmasını yapar ve artık kuzeydeki ilk efsanevi orkestra olur. bu unvanı diğer iki orkestranın müziklerinin çalınmasından duydukları korkuyla kayıt yapmamalarına da borçludur. böylece original dixieland jazz band cazın ilk ve büyük kayıtlarını yapan grup olarak anılmaktadır.
king oliver california turu chicagoya gelene dek pek de başarılı sayılmazdı. new orleans tarzına bağlı çalan oliver, kendisi, klarnetçi johnny dodds, ikinci kornetçi louis armstrong gibi çok iyi solocular taşısa da fazla kişiselliğe yer vermeyen bir grup ruhu ile çalıyorlar ve bu yönde kayıtlar yapıyorlardı.
1920de iowa, davenportta durup birkaç müzisyenle yeni bir orkestra oluşturana dek mississippi de bir botta çalışan kornetçi paul mares and tromboncu george brunies, çok kısa sürede ünlü friars club da çalışmaya başladılar. friars club, amerikada o zaman o zamanlarda adları the friars society orchestra idi ama kısa süre sonra herkesin onları tanıdığı adları olan the new orleans rhythm kings olacaklardı. bu adla yaptıkları kayıtlar oldukça ünlü olacaktı. ilginç ki kornetçi mares bu kayıtlardaki kısa ama güçlü üflemeli sololarının düşüncelerini ve daha birçok şeyi diğer chicago tabanlı gruptan aldığını söylüyordu.
fletcher henderson orchestrası ile 13 aylık bir new york macerasından sonra, 1925te chicagoya dönen louis armstrong, erskine tates vendome orchestrasından sunset cafedeki carrol dickensons orchestrasına kadar bir çok orkestra ile çalıştı ve 25-28 arası klasik grubu hot five ve hot seven ile birçok kayıt yaptı. sonraki yıllarda trompetin en ünlü ismi haline gelip sırası ile 29a kadar carrol dickensons orchestra ile, louis armstrong and his stompers ve louis armstrong and his savoy ballroom fiveta liderlik yaptı. sonraki iki yılda ise, carroll dickersons savoy orchestra ve clarence jones orchestra ile chicagoda çalıştı.
özet olarak chicago, zorunlu bir göç nedeniyle güneyden kuzeye gelen new orleanslu büyük caz müzisyenlerinden etkilenen çoğunluğu çaylak olan chicagolu müzisyenlerinin yarattığı bir caz stilidir. chicago stilinde göz çarpan aynı anda farklı melodilerin new orleansa göre birbirine paralel olarak daha temiz çalınmasıdır. chicago stilinde birey müziğe hakimdir ve soloları daha büyük önem kazanmaya başlamıştır. yine bu stilde bugün için caz müziğinin temel göstergelerinden biri olan saksofon, müzikte önem kazanmaya başlamıştır.
chicago stili popüler birçok büyük orkestrayı doğurmuştur. çok sayıda yetenekli müzisyenden oluşan büyük orkestraları bir arada tutabilmek için çalınan parçalarda düzenlemeler kullanılmaya başlandı. bu yeni düzenlemeler içerisinde yeni sololar ve solistler ortaya çıkmaya başladı. chicago stili, bu doruk noktası için gereken kahramanları da yaratıyordu. çünkü, bu devir bix beiderbecke, benny goodman, jimmy ve tommy dorsey, eddie condon, bud freeman, louis satchmo armstrong, earl fatha hines*, jimmy noone gibi ünlü virtüözlerin yetiştiği bir devirdi. chicagonun geçirdiği bu değişim ile tüm dünyayı etkisi altına alan ünlü caz çağının doruğu swing doğuyordu...
-swing- (192* - 193*) *
pek çok eleştirmen tarafından cazın klasik devri swingle başlar ve ardından gelen be-bopla biter. swing daha önceki devirlerden:
- gerçek anlamda büyük orkestraları ve düzenlemeleri içermesi,
- saksofonların müzikte yaygın hale gelmesi,
- kontrbasın ritme yardımcı olarak kullanılması,
- davulun ince tonlarının öne çıkması
- toplu doğaçlamanın azalarak yerine toplu bir ritim anlayışının yerleşmesi
- ve teknik ve düşünce olarak daha gelişmiş müzisyenlerin ön plana çıkması ile farklılaşmıştır.
caz tarihinin en popüler stili olan swing, içerdiği ritmik farklılık ile önceki caz stillerinden ayrılır. müzikal olarak eski iki vuruşlu müzikten dört vuruşlu yeni bir müziğe kayış olarak da tanımlanabilen swing, 1930larda dünyadaki en büyük ticari kaynak olmuştur. teknik olarak kısaca özetlenebilen swing, asıl hikayesini sosyetik bir biçimde bir film gibi anlatır. sinemanın da altın yılları swingin parlak hikayesine eşlik eder. halk tabakalarının her birinin kendine göre bir swing anlayışı vardır. genellikle, dansla anılan kaygan bir ritmik müziğe talep varken, gecenin erken saatlerinde kaba blues ve new orleans formlarına dayalı swing ve dans müziği çalan büyük orkestralar, ilerleyen vakitlerde smokinlerini giyip sosyetik restoranlarda ve kulüplerde daha teknik ve gelişmiş swingler çalıyorlardı.
caz tarihinde swingin adı hakkında hem ticari hem de müzikal öğelerin birbirine karıştığı ilginç bir yanılsama vardır. bu yanılsama ticari açıdan başarılı olan bütün parçaların swing olarak sınıflanmasında yatar. ticari başarısı çok yüksek olan bir caz parçası müzikal olarak her zaman swing yapısını içermediği gibi gerçek swingi içeren her parça da ticari açıdan başarılı değildi.
büyük orkestra tekniğinin en büyük başarılarından bir tanesi temelde afrikalı müzik formlarına dayanan soru-cevap ya da kimi zaman iki solist veya solist ve grup ilişkisine dayanan canlı bir çalım tekniğini ayakta tutmasıydı.
chicago stilinde yıldızlaşmaya başlayan genç müzisyenler swingin getirdiği değişim içinde davulcu gene krupa ve jo jonesun da katıldığı yeni müzisyenler olarak öne çıkmaktaydılar. swingin ilk dönemindeki doğaçlamacı ve müzisyenler özellikle 1952de ölen fletcher henderson ile birlikte çalışmışlardı. hendersonın orkestrası 40lar ve 60lar arasında miles davisin yıldızlar orkestrasıyla karşılaştırılabilecek olan belki de tek orkestraydı. hendersonın düzenleme teknikleri gelecekte beste yapımı için bile standart haline gelecekti. duke ellingtonın büyük orkestra tarzı ile hendersonın tarzı caz tarihinde iki ana orkestra tarzı olarak anılacaktı. teknik bütün büyük gelişmelerin babası sayılan henderson, birçok büyük orkestraya gelecekte ünlü olacakları ilk besteleri vermiştir.
benny goodman ise swing döneminin en çok bilinen orkestrasının lideriydi. etkileyici klarinet tekniği ile öne çıkan goodman hiçbir zaman count basienin en iyi örneğini oluşturduğu rahat swing orkestrası görünümüne bürünememişti.
oldukça düzgün ve temiz bir tonla trombon çalmayı geliştiren tommy dorsey, kendinden sonraki bütün üflemeleri partisyonları örnek sayılacak bir stil yaratmıştı.
swing ile birlikte ustalığı iyice öne çıkan coleman hawkins sadece enstrümanla değil müziğin genel yapısı ve parçanın formuyla da ilgilenerek ileride öncelikle saksofoncular olmak üzere bir çok müzisyeni etkileyecek olan genel bir bakış açısını caza tanıtmıştı.
modern caz gitarın ileride babası sayılacak olan charlie christian ve django reinhardt swingle başlayan ve ardından özellikle django ile kendine özgü bir stile dönüşecekti. bu dönüşümlerin hem iyi hem de kötü bir yanı olarak tüm dünyada popülerleşme caz için dikkat edilmesi gereken büyük bir faktöre dönüşmüştü.
swing dönemine damgasını vuran gelmiş geçmiş en büyük caz müzisyenlerinden birisi sayılan duke ellington oldukça çevik, hayal gücü yüksek, orkestradaki herkese dağılım gösterebilen çok önemli bir stile sahipti. orijinalde piyanist olan ama piyanodaki asıl yeteneği ragtime stili piyano çalmak olan ellington bu stilden yararlanarak orkestradaki herkesin kişisel yeteneklerini rahatça gösterebileceği son derece kişilere indirgenebilir ama parçanın formunun kaybolmadığı, derinlikli bir caz beste formunu geliştirmiştir. orkestrasında çalışan neredeyse bütün müzisyenler için incelikli ve özellikli partisyonlar yazan duke ellington,belirlenmiş şarkı sözleri ile şarkı söylemeye alternatif olan enstrümantal şarkı söyleme tekniğini diğer enstrümanlarla birleştirmişti.
ellington grubunda çalışan bu ustalarla sadece enstrümantalist olarak değil besteci olarak da birlikteliğini korumuştur. kompozisyon olarak ellingtonın en büyük arkadaşı billy strayhorn idi. 67 yaşında ölen strayhorn ellingtonla olan birlikteliğinde ellingtonın bestecilik stiline olan yakınlığıyla ayrıca bir hayranlık konusu idi. birlikte yaptıkları birçok bestenin hangisinin ne kadarının ellingtona ya da strayhorna ait olduğunu kimse bilemezdi. özellikle çok uzun süre ellington orkestrasının ana teması olan atrain strayhornun bir yapıtı olarak düşünülürken strayhornun asıl ilgisi chelsea bridge ve lush life gibi oldukça görkemli ve dokunaklı baladlardaydı...
brand-new yazardır. 2 kasım ak$amı entrylerini girmiş, 3 kasım sabahı yazar olmuştur. bu prosedürün hızlı oluşuna pek bi sevinmiştir.
(bkz: ilk entry n ben olayım dedim) **
avusturya'da viyana'ya yaklaşık 1 saatlik (ortalama 100 km) uzaklıkta olan minik, şirin şehir. wachau ismi verilen bölgededir. tuna nehrine kıyısı vardır, doğa harikasıdır. tarihi yerleri gezilesi görülesidir.
efendim, bu başlık aslında binlerce varyasyon ile doldurabilir.
keza, altını çizmek istedigim husus özellikle davulcuların başına gelenlerdir. bazıları davulcuları drum machine sandığı için şöyle diyaloglar cereyan eder, sinirleriniz boşalıverir, o gıcır gıcır derisiyle size gülümseyen altolardan hıncınızı alırsınız sonra*
-hacım bak şimdi bestenin 24üncü ölcüsünden itibaren sen şöyle bir ritm atacaksın.
+nasıl abi?
-dıdıdımtırakdımdımtirititatartırtirtitadımdımtortordistumtaktakkada ablablabla(ağzıyla yapmaya çalıştığı için 8 olur)
+(System shock) nasıl nasıl anlamadım?
-hacı bak şimdi, yirmidördüncü ölcüden sonra yedi sekizlige geciyorsun, ayni metronomda sekiz ölcü yedi sekizlik gectikten sonra sarki birden dokuz sekizlige dönüyor, sonra hacım iki ölcü dokuz sekizlik bir ritm at, mezurun bitisinde metronomu 186 ye çıkar dörtlemeler ile atak gec sonra sarki dört dörtlüğe dönücek bak su ritmde (gitarla gösterir) hah hacım bak simdi anladin di mi ? iste burda atagi geciyorsun sonra 4 vurusluk es veriyorsun ve klavye ve gitar giriyor sonra geriye kaliyor 96 ölcü bunlarin ücte ikisini alip iki ye bölüyorsun sonra dört ile carpiyorsun, cikan sayinin karekökü kadar ölcüyü 160 metronomda dört üçlük caliyorsun geriye kalan bölümleri ise kafana göre takil. cal birseyler. anladin mi?
-bırakıyorum olm ben bu grubu!