hz peygamberin mensup olduğu kabiledir. mekke'deki en güçlü ikinci kabileydi, diğeri ise ümeyye oğulları yani emevilerdi.
islam öncesi dönemde olduğu gibi islam sonrası dönemde de iki kureyş ailesi çatışma halinde olmuştur ve malumun ilanı emeviler bu savaşta galip gelmişlerdir, ta ki mevali unsurların yardımı ile emeviler yıkılıp abbasiler gelene kadar.
bu kabileyi ilginç kılan şey peygamber'in ölümünden sonra kendilerini seçilmiş, seçkin bir kabile gibi görmeleri öyle lanse etmeleridir.
mesela meşhur halifeler kureyş'tendir hadisleri vardır;
--spoiler--
Kureyşten iki kişi kaldığı müddetçe bu iş ( hilafet işi ) kureyşten ayrılmaz
--spoiler--
hatta ve hatta,
--spoiler--
Kıyamet vuku buluncaya kadar hilâfet Kureyştendir
--spoiler--
her ne kadar bu tür saçmalıkları geçmiş dönem islam alimleri peygamber'in gaybı bilmesi şeklinde tevil etmişlerse de kur'an'ın ruhuna çok açık biçimde aykırı olan bu söz sahih senetli geliyor olsa bile sahih senetli iftiralardan biri olduğu barizdir.
bu sözleri kabul ettirebilmek için cedel yapan bazı islam alimleri çok açık biçimde arapçılık dolayısı ile ırkçılık kokan bu rivayetler konusunda bu sözleri ırkçılık olarak addedenlerin dolaylı yoldan peygamber'in arap olması dolayısı ile haşa allah'ın da ırkçılık mı yapmış olduğu varsayımına varabilme tehlikesi olduğunu öne sürerek insanları susturmaya çalışmışlardır.
yani halifeler kureyş'tendir saçmalığını kabul etmiyorsan, haşa allah peygamber'i araplardan gönderdi diye allah'a ırkçı demiş oluyormuşsun. işin türkçesi bu.
tabi ki bu da sistem yalakası sahtekar alimlerin o dönemdeki tevillerinden biri. ancak bu tevilleri küfürdür. bu kaçınılmaz bir gerçek.
Bugün bile Müslüman dünyanın teolojik anlamda en önemli sorunu, din-siyaset ilişkisi konusunda bulunmaktadır. peygamber'in ölümünden bugüne değin süren sorunların temelinde mehmet said hatipoğlu hoca'nın kitaplaştırdığı ve mükemmel biçimde irdelediği ''hilafetin kureyşliliği'' meselesidir. okumanızı tavsiye ederim.
hilafet neden kureyşlidir? kureyş'i ayrıcalıklı kılan nedir? peygamber'in varlığı mı, arap olmaları mı? peki ya hilafet nedir? var olmak zorunda mıdır, dinin esasından mıdır? ya kur'an'i temeli? sorulması gereken belli başlı sorular bunlardır, kısa yoldan kureyş aristokrasisi mevzusuna döner isek hilafetin ve halifelerin kureyşli olması mevzusu kur'an'ın ruhuna ve paygemberin uygulamasına tamamen aykırıdır.
kur'an zaten kabileci nesepçi algıyla bununla övünmekle ve bu yolla insanlara tahakküm etmekle savaşmak için gelmiştir. yıkmak istediği sisteme kendini ikame etmek için değil.
bir yanda,
--spoiler--
Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır. (hucurat 13)
--spoiler--
diye kur'an bir yanda ise hilafet kureşylidir diyen araplar... bu büyük bir çelişki. ya kuR'an'ın bu enternasyonel denebilecek açık hükmünü kabul etmeli bu rivayeti çöpe atmalısınız ya da kur'an'ı bir kenara koyup geçmişin arapçıları ile cehennemi boylamalısınız. seçim sizin.
çünkü ayete göre nereli olduğunuz, kimin çocuğu olduğunuz hangi kabile olduğunuzun hiç ama hiç önemi yoktur. hani şu seyyid diye ortalıkta dolananlar var ya kendini peygamber evladı zannedenler. onlara öyle bile olsalar bunun kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını ısrarla anlatıyorum tabi ki anlamıyorlar.
kısacası bu rivayeti kur'an'a arz edersek yolda kalır. nitekim kur'an'a arz etmeksizin etik olmadığı da aşikar.
bu tip rivayetleri doğuran ana sebep abbasilerin başa gelmesidir. çünkü abbasiler emevi zulmüne karşı arap olmayan yani mevalilere umut vermişti onlarla birleşişp emevi hükümranlığını yıkmışlardı ve ardından peygamberin amcasının evlatları oldukları dolayısı ile hilafete en uygun kişilerin kendilerini olduklarını empoze etmek için hilafeti kureyş nüfusuna kaydetmişler, bu tip rivayetleri uydurmuşlardır.
bu film islam tarihinde ilk dönemlerden itibaren dönmektedir. haşimi emevi çekişmesinde medine döneminden dolayı olaya muhacir ve ensar'da katılmıştır. iş ilk önce muhacir-ensar aristokrasisi ile başlamıştır.
hz ali'nin muaviye'ye yazdığı bir mektup vardır, Nehcül Belağanın altıncı mektubudur ve çok manidardır hz ali şöyle der muaviyeye;
--spoiler--
Şüphesiz Ebu Bekire, Ömere ve Osmana biat edenler, onlara biat ettikleri şekilde bana da biat ettiler. Orada bulunanların seçme hakkı olmadığı gibi, bulunmayanların da reddetme hakkı yoktur. Şura, ancak Muhacirlere ve Ensara aittir; onlar toplanıp birisineuyar ve imam olarak nitelendirirse, bu Allahın da hoşnut olduğu bir iştir. Kim onların hükümetine razı olmayıp, kınayarak veya bidate uyarak onların işlerini terk ederse, onu geri çevirirler. Kabul etmezse, müminlerin yoluna tabi olmadığı için onunla savaşırlar ve döndüğü şeyin vebalini de Allah, onun boynuna yükler.
--spoiler--
görüldüğü gibi hz ali bile bir muhacir-ensar aristokrasisini içselleştirmiş vaziyettedir. şura suresi 38. ayete göre tüm müslüman halkların fikri alınması gereken bir konuda (çünkü islam o dönemde arap yarım adasından dışarı çıkmış farklı halkları egemenliği altına almıştı.) sadece söz sahibi muhacir ve ensar kabul edilmektedir.
bunun kur'an'ın dininde yeri yoktur.
not: ayrıca hz ali'nin muaviye'ye olan bu mektubu kendisinin diğer halifelerinhilafetini meşru saydığının göstergesidir. demek ki şiiler her zaman ki gibi haksızlar halifeler konusunda. ayrıca hilafet mevzusu farklı bir tartışma konusu bunu ayrı tutuyorum. ha bir de mektubun senedi hakkında tevile girişmektedir şiiler. çünkü genel olarak işlerine gelmeyen çoğu rivayetin senedi ile uğraşmayı severler. nec'ul belaga sizlerin kaynağı bu bir itiraf niteliği taşır ayrıca bu mektubun senedi de sahihtir. sahih olmasa bile mektuptaki mesaj oldukça açıktır. üzerine konuşmaya dahi gerek yok.
dolayısı ile kureyş kabilesinin ileri gelenleri (haşimiler emeviler hatta peygamber'in ailesine mensup olanlardan bazıları dahil olmak üzere) kendilerini seçkinler sınıfına alarak hilafeti kureyş'e tapulamaları dolayısı ile kur'an ile çatışmışlardır.
ayrıca islam'da hilafet diye bir mevhum yoktur bu roma ve sasanilerden özenilip islami kılıfa sokulmuş bir küfürdür.
kureyş islam tarihinde mühim bir kabile olmakla birlikte, peygamber sonrası dönemde islam dünyasının ''kutsal'' karargahı olarak lanse edilmesi, islam aleminin bugüne değin sorunlarının başlangıcıdır.
islami ilimlerde farklı inanç ve mezhep unsurlarını inceleyen ve bu alanla alakalı verilen eserlere verilen genel bir çalışma alanı adıdır. milel ve nihal geleneği islam alimleri tarafından farklı yorumlandığı da olmuştur. kimileri vahye dayalı olan ile olmayanları tasnif etmek için kimisi de islam'ı çepeçevre kuşatan, islam'la etkileşime giren inançları araştırmak adına milel ve nihal türünde eserler yazmışlardır. en meşhur milel türündeki eserleri icra eden kişiler Ebu Mansur Abdülkahir el-Bağdad, ibn hazm ve şehristani'dir. özelikle bağdadi'nin el fark beynel firak adlı eseri.
islami ilimlerde en ilgi çekici alanlardan biridir ayrıca.
dünyaca ünlü mescidi haram imamlarından biridir.
esas çalışma alanı islam hukuku olan shuraim'in suudi arabistan yüksek yargı mahkemelerinde hakimlik görevini de yürütmektedir. abdurrahman el sudais ile birlikte hali hazırda bulunan suud yönetimi tarafından defalarca tutuklanmış olmasına rağmen suud ailesi hakkında çok ağır eleştiriler getirmiştir.
şu ana kadar el sudais ile kendisinin idam edilememesinin sebebi halk nazarında saygın konumda olmalarıdır.
murat 131'lerin içinde ıce ıce baby dinlemek, oduncu gömlek giymek ve 80'lerin havasından kurtulamamak olarak adlandırılabilir.
tabi o dönemin yeni yetme topçuları hakan şükür, sergen, hami, ögün gibi oyuncular için kahvede ummalı tartışmalara girmek de var.
geri gelmesi gereken zamandır. halife hz.ömer değil elbet, onun devlet ve adalet anlayışı.
ömer bin hattab döneminde tüm valiler, yerel yöneticilere bazı kurallar getirilir, mesela senelik 4000 bin dinardan fazla parası olan vali, yönetici, komutan o görevinden azledilir ve malı müsadere edilirdi. bu yüzden hazreti ömer'i şehit edenler zenginler ile iktidar hırsı içinde olanlardır.
koca ömer'in üzerinden yüzyıllar geçti, şimdi köşede sadece 4000'i olduğu için salak yerine konan ve siyasete sırf hırsız olmadığı için alınmayan insanlar var. görün işte ne kadar değişmiş müslümanların çehresi.
kısa bir not: hazreti ömer kadar yönetici, komutan azleden hatta kimi durumlarda idam eden başka halife yoktur. şimdi ise hırsızlık yapana taltif verecekler neredeyse.
yönetim hakkının tek bir ailede bulunduğu ve soy bağı ile bu hakkın diğer nesillere aktarıldığı yönetim modelidir. kalıtsal monarşideki ana unsur veraset sistemidir.
kalıtsal monarşinin tarihteki serüvenine baktığımızda kendisinin teolojik bir boyutunun olduğunu da görürüz. roma, pers, çin imparatorlukları, türk imparatorlukları, islam sonrası türk devletleri ve tarihe adını kazımış tüm yönetimler ve yöneticileri kendilerince hükümranlıklarına teolojik bir temel hazırlamışlardır. tarih ''tanrı krallar'' ile doludur.
misalen türklerdeki kut anlayışı, pers ve sasanilerdeki ferr i yezdani inancı, çin krallıklarında görülen güneşteki tanrı kral adına ülkeyi yönetme ve islam sonrası dönemde de abbasilerden başlayarak osmanlı'ya kadar gelen ''Zıllullah-ı filard'' ya da zillullah inancı hep bu mantığın ürünüdür.
genel olarak kutsal hanedan kültü üzerine oturtulan kalıtsal monarşide bu kutsallık sadece kan bağı yolu ile diğer nesillere aktarılmakta ve bu nedenle o aileden olan kimseler diğer insanlar üzerinde tahakküm kurma hakkına sahip olmaktadır.
kalıtsal monarşiyi etik değerlere vurur ise, salt insani değerler açısında bir zulüm modeli olduğu aşikardır. islami açıdan baktığımızda ise küfürdür.
dindeki temel ibadetlerin amellerin ayrım noktalarını ele alan fıkhi terimdir. füruu'ya ait meseleler haram, helal, farz,vacip, müstehap, mubah ve benzeri konuları kapsar.
en mühim füruu'd-din konuları ise namaz, oruç, hac zekat gibi islam'ın şartları olarak bildiğimiz konulardır.
dindeki temel inançlardır. genel ifade ile bir dinin teolojisine paralel olan inançların fıkıhtaki adıdır. misal olarak islam dini açısından usul u dinin esasları tevhid, nübüvvet inancı gibi kur'an'ın esas konularıdır. türkçesi ise imanın şartları olarak bilinir. ayrıca,
orta doğu ve devrim?
çok büyük bir açmaz. çünkü orta doğu'da ikili sistem vardır, bir sistemden beslenenler ikincisi sistemle kavgalı olanlar. kimine göre devrimdir bu kimine göre kıyım.
el kaide'nin suriye'deki tutumu ise artık merkezi bir noktada kurumsallaşma istediğidir. zaten dünyanın her yerindeler. çünkü örgütün yapılanma biçimi daha çok pasifize olmuş hücrelerden ibaret olduğu için artık bir dayanak noktaları olsun istiyorlar. mesela ırak-şam islam devleti konseyi... el kaide'nin kurumsal hali denebilir. ki el kaide başlı başına kurumsal bir örgüt bu da ayrı bir gerçek.
ırak'ta yeterince kök saldılar, maliki'nin askerleri polislerine nefes dahi aldırmıyorlar, suriye'ye de korku saldıklarında yeteri kadar propoganda imkanı bulacaklar ve dünyanın her yerinden getirdikleri militanları burada iskan edecekler.
amaç esad'la kavga etmek değildir, değişen orta doğu düzeninde kendilerine yer bulmaktır. önce ırak, şimdi suriye ardından lübnan...
el kaide'nin mantığında kurallar yoktur, kuralların karşısında bir de el kaide vardır. mantık bu olunca el kaide suriye'de kendisinin karşısına dikilen her kesimi maalesef yıldırana kadar saldırılarına devam edecektir. çünkü pakistan'da da aynısını yaptılar ırak'ta da. ancak suriye'de başını el kaide ile feci şekilde derde sokan ilk sivri grup pyd'dir. oradaki kürtlere şimdiden acıyorum.
bir devrimin hikayesi bundan ibaret. çünkü kavga islam'ın değil el kaide'nindir. çünkü esad'ın kavgası da müslüman halkların refahı değil kendi derebeyliğidir koltuğunun derdidir.
huseyn'in kerbela'da var olması çok tafsilatlı bir konudur. ancak bunun polislerin öldürdüğü insanlarla ne alakası var? büyük ihtimal gezi parkı olaylarında ölen insanlardan bahsediyoruz da, huseyn kim onlar kim? türkiye'deki mezhepçileri her fırsatta haklı olarka yeren insanların rafızi ağzıyla konuşuyor olması da ayrı bir ironi. ayrıca huseyn örneği ile bu zevatları karşı karşıya getirmek ayrı bir komedi.
kısaca şunu da ekleyeyim. eğer ki kufe'li münafıklar huseyn'i satmasaydı, ümeyye oğullarının tümünü kılıçtan geçirecekti. kerbela devrimci bir kalkışmaya sizlere göre, her devrim kanla sonuçlanır, huseyn'in yapacağı da oydu. nitekim imam zeyd'in mücadelesi de bu amaca hizmet ediyordu ama başarılı olamadı. olay bundan ibaret, itikadi hiçbir yönü yok sadece siyasi.
türkiye'de ''tarih nasıl magazinel hale getirilir, nasıl ideolojilere yontulur'' mantığının üstadları olan iki tarihçinin! karşılaştırılmasıdır. ha bir de kadir mısıroğlu da var ancak karakter sınırına takılacağımız için dahil etmedim.
ayrıca iki değerli tarih allamemiz an itibarı ile habertürk'te ''alevi katliamı'' meselesini tartışmaktadırlar.
bilkent üniversitesi tarih bölümü bizans, osmanlı ve türk tarihi alanlarında dersler vermektedir. pek bilinmese de türkiye'deki en iyi tarihçilerdendir.
hanefi fıkhının önde gelen alimlerinden serahsi'nin 30 ciltlik eseridir. çok yönlü eser tüm fıkhi meseleleri incelikle ve akılcı bir üslupla işlemiştir ve en islam fıkıh tarihi açısından en mühim eserlerden biridir.
orta doğu ve avrasya'nın geleceğindeki muhtemel değişimler açısından dikkatle irdelenmesi gereken, özellikle avrasya hedefleri konusunda kilit bir noktada bulunan ülkemizin üzerine eğilmesi gereken bir konudur.
bilindiği gibi iran antik dönemlerden bu yana avrasya'yı içine alacak biçimde bu bölgelerde bulunan ülkeleri milli, manevi ve kültürel anlamda etkilemiş, dünyanın belli dönemlerde kaderini değiştirmiştir. islam sonrası dönemde ise islam imparatorluğu'nun yönetsel ve işlevsel temellerini yine iran medeniyeti, o dönemdeki adı ile sasani medeniyeti atmıştır.
her devirde etkin rol üstlenen iran, modern döneme gelindiğinde ise özellikle şii-aryan devrimi sonrasında adeta küllerinden yeniden doğmuş, yaklaşık 1000 yıla varan önce arap ardından türk hakimiyetinin ardından milli kimlik temelli bir politika izeleyerek bugünün orta doğu coğrafyasında etkin hale gelmiştir, hem de tekrardan.
iran'ın tarihi tekerrürden ibarettir. bunu biraz medleri yok edip ahameniş imparatorluğunu kurmaları ve iskender'in büyük bozgunundan sonra tekrardan ayağa dikilmeleri ve en travmatik olanı ise yüzlerce yıldır sömürdükleri ve aşağıladıkları sami bir ırk tarafında yani araplar tarafından çok ciddi katliamlar eşliğinde yok edilmelerinin ardından yine bu devletlerin bizzat merkezinde fars şovenizmine hizmet ederek ve bunu da din temelli bir olguyla yaparak bugünlere gelebilen iran'ın bu coğrafyanın kalbinde yer alan türkiye gibi ülkeler tarafından çok iyi irdelenmesi gerekmektedir.
çünkü iran geçmişindeki türk ve arap tahakkümlerinden sıyrılmış, hatta bu iki halkın dilini, din anlayışını hatta devlet geleneğini bizzat kendi eli inşa etmiş, görünürde işgale uğramış olduğu halde, kültürel bir savaş vererek -bunda kadim bir tarihe ve edebi kültüre sahip olmalarının da etkisi var- kendisine tahakküm kurma niyetinde halkları adeta kendi şovenizmine hizmet edecek şekilde yontmuştur.
iran'ın bu alışkanlığı bugün bile devam etmektedir. bölgede katı mezhepçi tutumlar sergileyerek şii yayılmacılığı uğraşında olan iran, ''şii hilali'' rüyası ile adeta sasani dönemindeki hakim oldukları bölgeleri tekrardan etki altına alma uğraşındadır. bu uğurda kendi mezhebi görüşüne ve jeopolitik çıkarlarına uymayan ülkeleri aslanların önüne yem diye atmaktan da geri durmamıştır. misalen azerbaycan ve ermenilere verdiği destek, çeçenistan konusunda rusya ile kurdukları dirsek teması. afganistan'ın işgali... ve günümüze gelecek olursak, aynı iran gibi mezhep ihracı yapan suudilerle olan keskin rekabeti dolayısıyla şii araplar üzerinde etki kurma amacında olan iran; bahreyn, katar gibi ülkelerdeki şii terör örgütlerini desteklemektedir. elbetteki velayeti fakih kurumunu hiçbir arap tanımamakta bu bağlamda iran sıkıntı yaşamaktadır. lübnan, ırak gibi ekser bölgelerdeki şii nufüs ise; çeçenistan'ın suudilerden silah ve asker yardımı alıyor olması gibi sadece mezhebi birlik esasınca iran'ın safındadır. karşılıklı olarak çıkar ilişkisi demek doğru olacaktır buna. bu ise iran için ve içinde barındırdığı kozmopolit halkları devrim sonrası sindirmesi dolayısıyla fars şovenizmi politikasını felakete sürükleyen bir siyasettir.
kısaca; mezhebi taassuplarla ve bu yönde politikalarla siyaset güden iran ve jeopolitiği, tarihteki ezeli rakibi olan biz türkler'i fazlaca ilgilendirmek durumundadır. çünkü iran'la olan ilişkilerimizin geleceği emin olun parlak değil.
Abbasi dönemi mühim isyanlarından biridir. Nitekim Emevilerin son dönemi ile ilk başta Abbasoğulları ile işbirliği yapan kesimler sonrasında Abbasilere karşı ciddi direnişler gerçekleştirmiştir. Kapıyı ilk olarak Babek el Hürremi açmış, ardından ise zenc isyanı ve devamında karmatilik gibi batıni akımlar ilk dönemde ismailiye mezhebinin teolojik etkisi ile isyan etmişlerdir. Eelbette bu tip isyanların sosyo-politik sebepleri, teolojik sebeplerinden daha fazladır. Ancak ne var ki orta çağ islam dünyasının ve tüm geçmiş medeniyetlerin hegemonya kurma unusuru olan ''din'' ve teolojik temel bu tip hareketlerden bağımsızdı denilemez. Her ne kadar teolojik; açıkça yazmak gerekirse islami bir yönü olmamalarına rağmen. Tabi bu zihniyetin devamı sonrasında safeviyye hareketi ve şah ismail ile devam etmiştir. Kısaca yakın tarihimize de yansımaları olmuş, günümüzde ise anadolu aleviliği biçiminde yaşamaktadır. Her ne kadar aralarında ciddi farklılıklar olsa da, isnad noktaları aynıdır yani Hz.Ali; yani islam'ın en mitolojik karakteri...
Abbasi dönemi bu tip isyanların pimini ilk olarak Babek el Hürremi ve Hürremi hareketi çekti demiştik, peki onları ve hareketlerini tetikleyen güç ne idi? Araştırmalar gösterdi ki tarihsel süreçteki toplumsal hareketlerin tümü, neredeyse kendinden önceki hareketlerin devamı niteliğinde olmuştur. Aynı teolojiler, aynı sosyo-politik argümanlar ve aynı örgütleniş biçimleri tüm bu farklı zamanlardaki farklı coğrafyalarda cereyan eden hareketlerin belli bir noktadan, belli bir teolojik temelden beslendiğini göstermiştir.
Öncesinde Persler döneminde Mani'nin başkaldırısı, ardından Sasani dönemi en çetin isyanlarından mazdek isyanı ve devamında islam sonrası dönem içerisinden karşımıza çıkan Babek isyanı tüm bu anlattığımız sürecin devamı niteliğindedir. Zenc isyanına gelmeden, bir bakıma islam sonrası arap hakimiyetinin başladığı eski Sasani toprakları üzerindeki isyanları iyi okumak, doğru değerlendirmek ve tümevarım yöntemi ile bir teori ortaya koymak gerekmektedir. islam öncesi dönemde zerdüşt rahiplerin önderliğinde çıkan bu isyanlar, islam sonrası dönemde, her durumda görüldüğü gibi siyaseten güç devşirmek isteyen şovenist halkların Hz.Ali şemsiyesi altına girmesi bu tip hareketlerin islam öncesi ve sonrası dönemde halk üzerinde siyasi nüfus elde edebilmek için teolojik argümanlar kullandığını göstermektedir.
Zenc hareketinin siyasi, sosyolojik ve teolojik temelini atan isyanlara bir göz atalım resmin bütününü görmek açısından;
bu iki isyan ve daha öncesinde mani'yi yani maniheizmi iyi anlayıp, doğru değerlendirebilirsek, islam sonrası dönemdeki ''Ali'' adı etrafında cereyan eden şuubi hareketleri daha iyi okumuş olacağız. Kısadan biraz fazla açıklamamızın ardından Zenc isyanına geçebiliriz;
Abbasi islam imparatorluğunu döneminde -Babek el Hürremi hareketinin olduğu gibi- diğer bir toplumsal başkaldırı zenci kölelerden geldi. 869dan 883e kadar tam 14 yıl sürdü.
Taberinin verdiği bilgilere göre isyan kanallarda çalışan zenciler tarafından çıkarıldı. Bu köle-isçilerin görevi Aşağı Mezopotamyada ekilebilir tarım arazisi oluşturmaktı. Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip Şattülarab adını aldığı Basranın doğusundaki delta bölgesinin topraklarını tuzdan arındırarak işlenebilir duruma getiriyorlardı.. Bu yüzden kölelere ''Şurciyyun'' yani tuzcular ve ''Kessahun'', süpürücüler deniyordu.
Bu köleler ya Doğu Afrikadan, Zengibardan (bugünkü Tanzanya) zorla yakalanarak getirilmiş ya da imparatorluğa bağlı ülkelerden vergi olarak alınmış, savaş esirleri durumundaydı. Bu noktada belirtmeliyiz ki Abbasi imparatorluğu zenci köleleri o kadar da insani koşullarda çalıştırmamıştır, her ne kadar Kur'an'da kölelik yasaklanmış ise de, ilkel-kapital düzeyde büyük bahçe sahipleri ve maraba kısmı diyeceğimiz aralarında uçurumlar olan bir toplumsal yapı baş göstermişti. Hatta o dönemin minyatürlerine bile yansımıştır bu köleci zinhiyetin vahim durumu;
resimde gördüğünüz gibi ''efendiler'' ve ''zenci köleler'' var. Nasıl bir zihniyet olduğunu tasavvur edebilirsiniz.
işte bu noktada bir açıklama gerekiyor ki o da şudur, dini algıların ve eğilimlerin içinde bulunduğunuz toplumun sosyo-politik hastalıkları, çarpıklıkları ile ilgisi yadsınamaz bir gerçekliktir. Örnek olarak Sasanilerin yıkılmasından sonra başlayan islam hegemonyası şuubi hareketleri, ardından da şiiliği doğurmuştur. Sonraki tarihsel süreçlerden bir örnek daha, Pers ve Sasaniler döneminde ciddi şekilde aşağılanmış, hatta yok sayılmış Kürt nüfusun, Farslar gibi şii olmayıp Şafii mezhebini benimsemeleri de tesadüfsel bir süreç değil, eski dönemden kalma Fars zulmüne karşı bir tepkisel hareket olarak yorumlamak doğru olacaktır. Nitekim Kürtlerin çoğunluk olarak Şafii mezhebine mensup Müslüman olmaları tesadüfsel bir süreç değildir. işte bu sebeptendir ki ''muktedirin dini anlayışını'' sömürülmenin bir aracı olarak gören kesimler, ''muktedirin dinini'' değil, daha çok ismailiye mezhebinin ortaya attığı batıni/ezoterik teolojiye sahip heterodoks anlayışları benimsemişlerdir.
Sonuç olarak, kendilerini ezen ve insan yerine koymayan efendilerinin dini ''Ortodoks'' islami değil, tersine onlara karşı haklarını savunacak, adalet ve eşitlik getirmeyi vaadeden ''Heterodoks islami'' (Aliciği) benimseyeceklerdi. Böylece ''Sahib'uz-Zenc'' olarak kendilerini kurtaracak Ali soyundan birini, Muhammed b. Aliyi buldular.
Adından da anlaşıldığı gibi kendisini Hz. Aliye dayandırdı. Çünkü ezilmiş halkların kullandığı teolojik perde Hz.Ali idi. bu islam'ın ilk yüzyılında böyleydi, son yıllarında da böyledir, garip bir biçimde... Başarı kazanmak istiyen ''Alicilik'' kisvesine bürünüyordu, bırakın ali'yi islami herhangi bir yönü olmamalarına rağmen. dini siyasete alet etmek bu oluyor tam olarak.
Sahibuzzenc diye anılan Ali bin Muhammed, Abbasilerin başkent olarak kullandıkları zamanlarda Samarrada yaşıyordu. Abbasi halifesi Mustaın döneminde islam dünyasında Şiiler olmakla beraber islam'a ve araplara muhalif olan her kesim mehdi inanışı ile kurtuluşa ereceklerinin hesabıbı yapıyorlardı, nitekim batıni/şii ekollerde yüzlerce mehdi ortaya çıkmıştır, şimdi ki gaybette olduğuna inanılan ''mehdiye'' kadar. Nitekim imparatorluğun dört bir yanında mehdi iddiasıyla ayaklanmalar birbiri ardınca patlak veriyordu. Yani Ali bin Muhammed teolojik zamanı ve trend akımı iyi yakalamıştı bu bakımdan. Yani din perdesi altında siyasi güç devşirmek; islam aleminde tüm devletlerin ve hükümetlerin yaptığı şey...
Biruninin anlatımına göre Alinin, Hüseyin kolundan sekizinci kuşak torunu olan Muhammed yani al-Burkui'nin iranlı olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, melez olduğunu söyleyen yazarlar da bulunmaktadır. Ben ise kendisinin Sasani döneminde Bahreyn'in Sasani toprağı olması dolayısıyla kendisinin zerdüşt bir arap olduğu kanısımdayım, yani Farsların ''siz farssınız'' dediği araplardan... Nitekim iran bugün Güney Azerbaycan'da ''siz ari ırktansınız, türk değilsiniz'' diyor, zihniyet hiç değişmemiş bu fars şovenizminde. Tarih tekerürden ibaret oldukça hem sıkılıyor, hem de şaşıyorsunuz haliyle.
Louis Massignon'a göre, bir ihtimal bölgede yeni başlamış Karmati propagandasıyla ilişkisi olan Raşit Kurmati adında biri onu destekledi. Raşit Kurmatinin, bazı kaçak zenci kölelerle kurduğu gizli örgüte (ubbak), Babeki-Karmati usülü bağlılık yemini(bir bakıma ikrar verme diyebiliriz) ile girdi.Başkent Samarradan Bahreyn, Basra, Kufe, Bağdat gibi şehirlere giderek kuvvet toplamaya başlayan Ali Bin Muhammed Kısa zamanda başına geçtiği örgütü büyütüp geliştirdi.Ali b. Muhammed, bataklıklarda çalışan kölelerle irtibata geçiyor tebliğ yapıyordu. Köleliğin sona ereceğini, özgür olacaklarını söylüyor ve Kurandan ayetler okuyordu. En çok öne çıkardığı Allah muminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır (Tevbe; 9/111) ayetiydi. Bu ayeti okuyarak Allahın kullarının insanlar tarafından alınıp satılamayacağını, yegane satın alanın Allah olduğunu söylüyordu. 255 hicri yılının Ramazan ayında (Eylül 869) Kurandan, ''Kendilerini savaşmaya ve bıçağa adamaktan )'' söz eden ayeti okuyarak büyük isyanı başlattı.
Baskınlar düzenliyor, gemilere el koyan ve karşı oldukları hareket gibi tam bir yağmacı zihniyete sahip bu oluşum sanıldığı gibi ''zenginden alıp fakire veren'' bir yapı değildi. Anlamsız biçimde bu ve bu tipteki hareketleri ilkel-komünal, eşitlikçi hareketler sınıfına sokan insanların varlığı da göze çarpmaktadır. Ancak bir gerçek var ki, Zenc isyanı öncüleri, Abbasiler kadar mal ve servet düşkünü tiplerdi. Amaçları sadece var olan otoriteyi şu ve ya bu şekilde yok etmek ve egemen güç olmaktı. Kaldı ki eşitlikçi hakperest olsunlar.
Hareket belli bir noktada başarılı oldu denebilir, nitekim El-Muhtare isimli bir şehir kurmuşlardı. Hatta El-Muhtarede kendilerine özgü para bile bastırdılar.
Her ne kadar söylemleri islami olsa da, inanç ve temel pratiklerinde islam'ın temel teolojisinden eser bulamazsınız. islam ve Ali ismi o dönemde ''popüler'' olmuş bir akım olması sebebi ile farklı türdeki bir teoloji ile halklar üzerinde propoganda yapmanız hemen hemen imkansızdır.
Bu hareketin teolojisi biraz da Ezarika Hariciliği ve zeydiliğe benziyor. Çünkü Ezarike hareketi islam tarihinde tanınmış bir guruptur. Özellikle Sıffin Savaşında. Halife seçiminde zenci-beyaz herkesi eşit görürler. imametin Emevî-Haşimî olmaksızın soya bağlı olmasını reddederler. Bu nedenle Şiiliğin soy verasetine dayalı imamet anlayışı onlarda haklı olarak yoktur. Ezarika Hariciliği daha çok islam öncesi ve sonrası dönemde aşağılanmış bedevi, şehirleşmemiş arap toplulukları arasında demokratik istemler ve hareketler biçiminde ortaya çıkmıştır, nitekim Sıffin'de haricilerin taleplerinin dinlenmemesi, islam'ın bugününe bile etki etmiştir, her ne kadar sizler haricileri ''cani'' biliyor olsanız da. Çünkü kafanızda kutsallar var ve düşünmekten imtina ediyorsunuz, neyse konumuz dağılmasın.
Peki neden zenc hareketinin Şii sembolleri kullandı? Kullanmasında ana amaç ise Şiilikte yeryüzünü adaletle dolduracak ve kötülüklerden temizleyecek beklenen mehdi anlayışının ezilen halk kitlelerinde uyandırdığı heyecan sebebi ile olduğu anlaşılır bir olgudur. Nitekim bu nazariye müslüman halkları uyandırmaktan çok uyutmuştur, bunu da eklemek gerek.
Sonuca gelecek olursak bataklık ortasına kurdukları özgürlük şehri el-Muhtarede 14 yıl hüküm sürdüler ve ölesiye Abbasilerle savaştılar, nitekim ibn'ul Esir bu mücadelede aşağı yukarı 500.000 kişinin öldüğünü kaydeder.
Ancak başta da söylediğim gibi bu hareket de hak hukuk kavgası olmaktan çıkmış, kendi kompradorlarını yaratan bir hal almış, El-Muhtarede kurulan düzen amaçlarından başta da söylediğim gibi saparak, savaşılana benzemiş, kendi ''krallığını'' ve sefahetini oluşturmuştur. Zenc hareketi liderlerinin en az Abbasiler kadar şa'şaalı hayat sürmeleri alt tabanda ve kendi içinde isyanlar doğurmuştur. Kurumsallaşan zihniyetlerin kaderi ve tüm ''hak hukuk'' perdesi altında cereyan eden olaylar tarihten bu yana kendi kan emicilerini yaratmıştır maalesef. Zenc hareketi de buna örnektir.
Peki Zenc hareketi ve Ali bin Muhammed' yani sahibuzzenc'e ne oldu? Mazdek'e ve Babek'e olanın aynısı tabi ki.
Abbasiler, Saffari ve Tolunoğulları tehdidi ile uğraşmakta olduğundan, Zenc hareketine karşı güçsüz kalmışlardı, kaderin bir cilvesidir ki Babek hareketinde olduğu gibi yine bir Türk komutan Abbasileri Zenc'lerin elinden kurtarmıştır. Bu isyanın da kanlı bir şekilde, vahşice bastırılmasında, Babekilerde olduğu gibi bir Türk kumandan ve birliklerinin rolü olmuştur. 837de Afşinin birlik kumandanlarından Boganın oğlu olan Musa, imparatorluğun Doğu eyaletleri genel valisiydi. 873te Zenci isyanı Ahvaza ulaştığında Musa duruma müdahale edememiş, eyaletlerindeki karışıklıklar yüzünden ordusunu çekmek zorunda kalmıştı. Ancak Boga oğlu Musa 881de Al-Muvaffaka (kendisi Türk'tür), kendisinin imparatorluk yönetimindeki etkinliğini artırmış. Onun kumandası altındaki Türkler, Nihayet el-Muvaffak komutasında düzenli bir ordu ile zencilerin eline geçen şehirleri bir bir kuşatmaya başlamışlar ve çok kanlı biçimde bu isyan hareketi 14 yıl sonra bastırılmıştır. Liderleri Ali b. Muhammedin başı kesilerek bağdat sokaklarında sergilenmiştir, hatta cesetlerin cayır cayır yakıldığını da tarih yazmıştır. Kısaca Abbasi dönemi ikinci büyük isyanı çok ciddi ve kanlı bir biçimde ve yine bir Türk komutan tarafından bastırılmıştır.
Genel olarak teolojisinden, savunduğu değerlerden bahsettiğimiz Zenc hareketi, islam'ın tarihsel süreçteki yolculuğu ve teolojik anlayışının bugününe, özellikle anadolu islam algısına olan etkisi bakımından mühimdir. Mühim olmasının asıl sebebi, yavaş yavaş taşları yerine oturtuyor olmamızdır. Çünkü karşımıza çıkacak olan tablo islam'ın kendisinden oldukça uzaktır.
ahameniş yani pers imparatorluğunun kurucusu büyük kiros'un (2. kiros ya da bilinen şekli ile büyük keyhusrev olarak da geçer) babil'i fethettikten sonra özellikle yahudi kölelerin özgür olmasını vurguladığından dolayı dünyanın bilinen ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edilir. bunun haricinde büyük kiros'un kazandığı savaşları, ahameniş hanedanının soyluluğu gibi birden fazla unsuru konu edinen silindir, babil çivi yazısı ile yazılmıştır. kısaca antik iran döneminin kadim eserlerinden biridir.
Melamiliğin kolu olan heterodoks bir tarikattır. hoca ahmed yesevi'nin dervişlerinden olan Seyyid Kutbettin Haydari tarafından 13. yüzyılda kurulmuştur. O dönemlerde Anadoluda var olan Babailer, Kalenderiler, Hurufiler gibi, Haydari mürşitleri de halkın içinde yetişmiş, halktan kişiler olmadıkları için, tarikat geniş bir yayılma alanı bulamamıştır. haydarilik daha çok kalenderilik ile yeseviliğin sentezi olarak karşımıza çıkıyor esasen.
genelde göçebe türkmenler arasında yaygın olan haydarilik yerleşim merkezlerinden uzaktadır ve batıni olmanın etkisi ile ayinlerine yabancıları almazlar, birbirlerini tanımak için haydari denen kolsuz, kısa aba, hırka giyerler, sakallarını keserlerdi, nitekim kalenderi, babai gibi bazı tariklerin dervişlerinde belirgin özellikler olurdu, kılık kıyafet ya da saç sakal şekillerinde. mesela bellerine çıngırak takarlardı. Kadınlar ise başı açık dolaşırdı. Haydarilikte islamiyetn kati naslarına rastlayamıyoruz diğer heterodoks yapılarda olduğu gibi.(beş vakit namaz, oruç, hac gibi) sebebi ise yine batıniliğin etkisidir. Ayinlerinde ilahiler, duazdehler mersiyeler okurlar 12 imamları yad ederlerdi ve genellikle dem alınırdı yani şarap içerlerdi. panteist özellikler gösteren bu yapı, daha çok tasavvufi bir ekol olmakla birlikte, uzak doğu etkisindeki bazı ritüelleri de içinde barındırıyordu. genelde zillet içinde yaşamayı hakk'a ulaşmanın bir gereği sayan haydariler, vücutlarına çaputlar bağlamayı, yalın ayak dolaşmayı bir onu sayarlardı.
işin daha da ilginç tarafı hindistan'daki saddhu münzevileri gibi dilenirlerdi, bu dilenmenin altında yine ve yeniden ''batıni'' etkiler vardı, kendilerince yani. o da nefis terbiyesi, zillet duygusu ve bununla allah'a ulaşmak diyebiliriz. ayrıca anadolu'da faaliyet gösteren kalenderiler, bektaşiler ve melamiyeye bağlı birden fazla tarikte bu dilenen ve zillet içindeki derviş tiplerine rastlamak mümkündü. bu geçişliliğin hint mistik felsefesinin birebir islami ekole kopya edildiğini gösterdiği gayet açıktır. saddhularında zillet içinde yaşadığını dilendiğini yazmıştık. islami algıda vücut bulmuş hali ise, kalenderi, haydari sufistlerin öğretileri ve yaşayış tarzlarıdır.
ve yine ilginçtir ki, anadolu'yu yeri geldiğinde terörize etmekten geri durmamışlardır, diğer batıni/tasavvufi gruplar gibi.
Haydarilik, Anadoluda Bektaşiliğin osmanlı eli ile yayılmasıyla birlikte değişik tarikatların içine karışıp özgünlüğünü yitirmiştir. haydariler bilindik tarikatlarda olduğu gibi hz. ali ve 12 imamcı şii ekollerdi.
pers ve sasaniler döneminde; şah hakimiyetinin teolojik temelini ortaya koyan inanıştır. kısaca ilahi nur diyebiliriz.
misalen; feridun ve keyhusrev gibi ideal ve adaletleriyle ünlü hükümdarlarda bulunduğuna inanılan, onların hükümdarlıklarını ele geçirebilmeleri ve sürdürebilmeleri ve icraatlarını yürütebilmeleri için kalplerine ve iç dünyalarına doğmuş bir ışık gibi olduğu düşünülen, mitolojik çağlarda saltanatın temel kıstası arasında sayılan kaynaklarda -yani avesta'da- ferr-i yezdani/fere-i izedi/ferr-i izedi olarak da karşımıza çıkan tanrısal güçtür. mistik kahramanlık anlatılarında peygamberler, dini bütün kişilikler, din ve toplum önderleri ve iyi insanlar için ilahi bir vergi, kutsal ruhun desteği, ilahi destek olarak algılanabilir.
ferr-i yezdani(ilahi nur) sırrı; avesta'nın zamyad-ı yeşt bölümünde ayrıntılı olarak ele alınmış; bu kutsal ruhun nasıl kazanıldığı, ne şekilde kime sirayet edeceği anlatılmıştır. özellikle zamyad-ı yeşt bölümün ''kiyan'' adlı bir bölüm vardır burada ayrıntıları ile soylu aileler üzerinde durulmuştur. nitekim kiyan ced,soy,sülb, ecdad gibi manalara gelir. kiyan'a yani soylulara mensup olanlar ahura mazda ile irtibat halindedirler ve bu ilahi nur, soy sürümüyle kişiden kişiye geçtiğine inanılır. genel olarak başta da söylediğimiz gibi şah ve şah soyunun ''ruhani, tanrısal kutsallığı'' için kullanılmış bir mitolojik terimdir. kendisinde ferr-i yezdani bulunan şah ve şah soyu, hata etmekten, günahtan münezzeh olarak görülmüş, şaha tabi olmanın tanrı ahura mazda'ya itaat olduğu fikri toplumsal olarak işlenmiştir. sebebi ise, şah ve sülbünde bulunan ''ilahi nurun'' kendisi olarak görülmüştür. bu ilahi nur teorisi islami akidenin içinde çok sinsice gizlenmiştir denebilir, başta şia imamları olarak bilinen 12 imam teorisi olmak üzere ve süleyman çelebi'nin mevlüd'ünde de bu kutsal soy, ilahi nur nazariyesini görmek mümkündür. nitekim süleyman çelebi ''nuru muhamemddin'' ademin alnına çakılıp ta ademden peygamberin annesi amine'ye oradan da peygamber'e geçtiğini edebi bir dille aktarır. görüldüğü gibi avesta'nın ve zerdüştiliğin ferr-i yazdanisi islami perdesinde nuru muhammedi olarak karşımıza çıkıyor ya da 12 imam olarak.
nitekim islam öncesi dönemdeki türklerde görülen kut inancı, ilahi nur inancının bir benzeri olarak karşımıza çıkmakla birlikte, antik dönemdeki pers-sasani etkisinin dünya üzerindeki hakimiyet alanı düşünüldüğünde, kut inancının hint-avrupa eksenli bu coğrafyada perslerden etkilenilmiş olma ihtimali yüksektir.
tabi antik dönemde kalmayıp islam kültürünün dünyaya hakim olmasından sonra yine halifelik, hilafet kurumu üzerine de ''tanrısal güç'' söylemleri etiketlenmiştir. misalen şia-alevi kültüründeki ''12 masum imam/halife''(hz ali ve ve huseyn'in çocukları)'nın hatadan günahtan münezzeh olması; kendilerindeki hem hilafet hem de imamet inancı gibi durumlar, imamlardaki masumiyetin kaynağının neresi olduğunu önümüze sermiş durumdadır.
Burada uygulanan teolojiye göre kendisinde ilahi nur/ferr-i yezdani olan şah ve şah soyu, tanrı Ahura Mazda'nın nuruna sahip olmuş, seçkin kılınmış ve bu sebeple hem dini, hem de siyasi olarak diğer ''basit'' insanlara hükümran, halife, gözetici kılınmıştır. islami daha doğrusu şia-alevi kültürde ise 12 imamların Allah tarafından nas ve tayin ile seçildiği, Allah'ın dinini korumakla görevlendirilmiş olduğuna inandıkları imamların aynı zamanda hilafet sahibi olmaları gerektiği de vurgulanmıştır. Nitekim Gadir-i Hum gibi hadiseler buna dayanak oluşturacak şekilde anlatılagelmiştir. imamların masumluğu; onlarda ''nas ve tayin ile'' seçilmiş olma özelliği olması, Allah'ın kendilerini insanlara üstün kılması gibi Kur'an'i teolojiyle yakından ve uzaktan alakası olmayan bu inanışın temelinde yazının genelinde anlattığımız gibi eski iran mitlerinin etkisi kaçınılmazdır.
dinler ve kültürler arasındaki geçişlilikler beklenen ve olağan karşılanmakla birlikte; özellikle antik iran ulusal kahramanlık anlatılarında sembolik anlamları olan ve hemen hemen birçok efsanede yer alan birtakım öne çıkmış simgeler islâm sonrası inançlarla da uyum göstererek mistik kahramanlık hikayelerinde de benzeri özellikleriyle yer almaları, uygulanan teoloji, mitoloji ustalarının islam akidesine kişiler üzerinden monte ettikleri algılar bizleri her zaman heyecanlandırmıştır. 12 imam, imamet, masumluk inancı ise bu fikrin tezahürlerinden biridir.
nitekim daha sonraları islam imparatorluklarında da halifenin yeryüzünde allah'ın gölgesi olduğu inancı, bu kökene dayanmaktadır. çünkü, islam algısını, özellikle anadolu islam algısı başta olmak üzere arap coğrafyası dışındaki müslüman halkların islam algısı üzerinde eski iran inanışlarının daha doğrusu hint-avrupa eksenli inanışların etkisi yadsınamaz bir gerçekliktir.
Asıl adı, Ebu Bekir Ahmed b. Ali Keldani Nebati olan ve miladi 10. yüzyılda yaşamış, simya, dil bilimi, astroloji gibi alanlarla ilgilenmiş olan keldani kökenli olması muhtemel mısırlı bilim adamıdır.
en mühim eseri ise, Şevkül-Musteham ila Marifeti Rumuzil-Aklam'dır. (Antik Alfabeler) bu eserinde antik mısır hiyerogliflerinin sami dillerdeki karşılığını keşfetmiş, yani ilk olarak sümer tabletlerini okuyan kişi olmuştur. sümer yazıtlarında bulunan sembolleri arap dilindeki kelimelere indirgemiş, kadim kültürün arapçada olduğu gibi tüm sami dil ailesindeki gizemini ortaya çıkarmıştır.
bundan başka, coğrafya astroloji, simya ve botanik alanında çalışmaları olmuş; ve eserler vermiştir.
değerli mütefekkir mustafa islamoğlu'nun 2001 yılında çıkan kitabıdır. bu kitabı önemli kılan özelliği ise anadolu islam algısı başta olmak üzere dünya üzerindeki müslümanlarda var olan ''muhammed tasavvurunu'' irdeliyor olmasıdır.
peki nedir bu muhammed tasavvuru?
müslümanların ve kendisinin selameti için hudeybiye barış anlaşması'nda çok ağır hükümlerin altına imza atan, savaşta ciddi bir yara almamak için iki zırh giyen, aldığı darbe ile dişleri kırılan, taif'te taşlandığı için alnı yarılan, oğlu ibrahim öldüğünde ciddi şekilde travmatik bir ruh haline bürünen, zehirlenmek sureti ile suikaste maruz kaldığından dolayı, o zehrin etkisi ölümüne dek süren; sizlerden benden, bizden hepimizden farksız; düşünen sorgulayan, ağlayan, kızan, umutsuzluğa düşen, kainata oranla şu evrende herkes gibi aciz bir insan olan muhammed yerine;
insan olmaktan çok, mekkeli müşriklerin söylediği gibi tam olarak kur'an'da da bahsettiği gibi;
--spoiler--
kavminin önde gelen kafirleri dediler ki; ''Bu adam tıpkı sizin gibi bir insandır. Üzerinizde üstünlük kurmak istiyor. Eğer Allah dileseydi, bize bir melek gönderirdi. Onun söylediklerini eski atalarımızdan hiç duymamıştık.'' (MU'MiNuN suresi 24. ayet)
--spoiler--
melekleştirilmiş, insanüstü vasıfları kendisinde toplayan hatta ve hatta levlake levlak lema halaktul eflak gibi yani; kulum sen olmasaydın alemleri yaratmazdım mealindeki allah'a ve paygamber'e atılan bu iftiranın kendisine layık görüldüğü, adeta ''tanrısal özün'' kendisine verildiği ve bu öze dolaylı olarak tanrı'nın da bağımlı olduğu insan görünümlü bir tanrı modeli tasavvurudur kitabın üzerinde durduğu ''muhammed tasavvuru''.
kitabın kapağında da yer aldığı şekli ile islamoğlu hoca iki tasavvur üzerinde durmaktadır;
1- aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru
2- indirgemeci peygamber tasavvuru.
ilk tasavvur olan aşırı yüceltmeci peygamber tasavvurunu maddeler halinde psiko-sosyal yönleri ile alan kitap, ilk bölümün ikinci maddesi olan ''Anlama Problemi insanoğlunun En Ezeli Problemidir'' tezi ile mükemmel bir tespite imza atmış ve bu bağlamdaki tarihsel süreci doğrular nitelikte bir yaklaşım ortaya sermiştir. anlama problemi; islam dünyasının 1400 yıllık sorunudur. peygamber'in ve islam'ın tarihi ile yaşıttır. işte bu yüzdendir allah adına yalanlar söylemek işte bu yüzdendir şuubi hareketlerin doğurduğu mezhepleri din edinmek. amaç ise; allah adına yalan söyleyip çıkar sağlamaktır. islam tarihine bakın, hak vereceksiniz.
ikinci bölüm ise indirgemeci peygamber tasavvuru başlığında ele alınarak geçmişin ve bugünün islam dünyasının en önemli sorunu olan peygamber ve din hatta tanrı algısındaki ''indirgemecilik'' hastalığını ve cehaletini irdelemiştir. yer yer hristiyanlaşma ve yahudileşme temayüllerine değinerek konuları ele alan kitap dinler tarihi açısından da yerinde tespitlerle devam etmiştir. kısaca bahsedecek olursak hristiyanlardaki isa tasavvuru ''tanrı peygamber'' ya da ''peygamber tanrı'' çelişkisi içindeki meryem oğlu isa tanrısal özün bir sonucu, nüktesi; yerine göre de ana sebebidir. bizlerdeki ''sen olmasan kainatı yaratmazdım'' şeklindeki tasavvurla aynıdır ve bu tasavvurların islam dünyasına hangi yollarla geldiği ve temayül açısından kategorileri bellidir.
cahiliye dönemi tanrısal ve kutsal varlıkların tasavvurunun islam sonrası dönemde peygamber'e nasıl layık görüldüğünün ayrıntılarını ve kaynaklarını rahatlıkla bulabileceğiniz kitap, ilim dünyasında geri kalmış müslüman halklar ve araştırmacılar açısından da kaynak eser niteliğindedir. her zaman savunduğum bir şey var ki islam dünyası pozitif bilimlerde olsun, sosyal bilimlerde olsun kaynak eserler veremediğinden dolayı geridedir. islam'ı ve tarihini, düşünce yapısının gelişim aşamalarını philip hitti, ıgnaz goldziher, Reinhart Dozy, Julius Wellhausen, roger savory'den okumak yerine cahız'dan, Al-Makdisi'den, Ahmed Cevdet Paşa'dan mustafa islamoğlu'ndan okumayı her durumda tercih ederim. bunun sebebi ise nefsime hoş gelen danışıklı dövüş bir tarihi okumak değildir, içimizden ''kral çıplak'' diyebilen birilerinin çıktığını görebilmenin hazzını yaşama isteğidir.
ve kitabın son bölümü ve en önemli bölümü; KURANIN PEYGAMBERi ve kur'an'ın tanıttığı peygamber...
bahsedildiği gibi ilk tasavvurla ya da ikinci tasavvurla alakası olmayan peygamberdir, allah adına iftira eden belamların yarattığı peygamberden beri olan peygamberdir.
kur'an'ın peygamberi ve kur'an'ın anlattığı peygamber ise bugünün islam dünyasının muhtaç olduğu rehberdir. çünkü bugün algımıdaki muhammed ile 7. yüzyılda yaşamış muhammed arasında ciddi farklılıklar vardır, maalesef ki.
bu konuyla bağlantılı olarak bu yazıyı yazmıştım, Çok yerde rastladığınız Hz.Peygamber'in mesajından fazla hırkası ile, ahlakından fazla sakalı ile ilgilenen müslümanların varlığını bir de kendi penceremden incelemiştim.
önümüzde iki seçenek var; birincisi benim ve mustafa islamoğlu'nun ya da onun gibi hakikatlı alimlerin eleştirdiği ''insan değil tanrısal muhammed'e'' inanacağız ya da kur'an'ın bahsettiği peygamber'e.
bazı sahtekarlar bazı allah adına yalan uyduranlar ise kitabın isminin üç muhammed olmasından işgillenmişler ve kitabın bir sayfasını dahi okumadıkları halde eleştirmişlerdi, mustafa hoca'nın kendisinden dinleyelim, neden üç muhammed?
kısaca, değerli alim mustafa islamoğlu'nun islam dünyasına kazandırdığı hakikatlı bir eserdir, kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum.
edit: ayrıca bu kitap ve islam'ın genel algısının tarihi ile alakalı sayılabilecek ''yahudileşme temayülü'' isimli bir kitabı da vardır, tavsiye olunur.