sanırım 6-7 yaşlarındaydım. bizim mahallede bir çocuk vardı. benden 1 yaş küçüktü. birgün oynarken,
"benim kafam metal gibi bana bir şey olmaz. taş at hadi at bak kanamaz." demişti.
ben de dedim, madem o kadar istiyor, bir taş fırlatayım o koca kafaya.
ve elime geçirdiğim küçük bir taşı kafasına fırlattım. çocuk birden ağlamaya başladı, kafası kanadı. ağlaya ağlaya evine giderken ben sadece bakakaldım ardından.
ertesi günü çocuğun babası beni aramaya kalkmış. gelen geçene, buzpatenini tanıyor musunuz? diyormuş. ve sonraki gün benim yanıma da geldi.
senin adın ne? dedi. benim de saflığıma gelmiş, buzpateni dedim.
oğlumun kafasına taş atan kız sen misin? dedi.
-hayır, ileride başka bir buzpateni var. o atmış olabilir, dedim.
adam gülerek, peki dedi.
çok merak ediyorum. "evet, o kız benim." deseydim ne yapacaktı?
bir kızın, oğlunun kafasını yarmasına ne yapabilirdi?
daha beş yaşındayken yalnızlık duygusunun benimle geleceğini farketmiş olmanın acısı. oysa o kadar açık ve nettim ki. belki o kadar doğal olmam korkuttu gözlerini. bense beni anlamaları için çabalıyordum, ne tuhaf.
hiç kimseye anlatmadığım iki tane anım vardır benim. neden bilmiyorum çocukluk deyince hep aklıma gelir ve bir kere bile lafını açmamışımdır. ilki benim sarı simli parlak bir ayakkabıyı beğenmem ve saatlerce ağlasam dahi o ayakkabının bana alınmamasıdır. hani öyle parasızlıktan falanda değil herşeyi esirgeyen bir ailemde yok sadece 'nerde giyeceksin bu ayakkabıyı' mantığıyla almamışlardı. bilmiyorlardı ki ben onu alsalar ayağımdan çıkarmazdım...
diğeriyse hani herkesin 'o an anladım ve bir daha hiçbirşey eskisi gibi olmadı' diye anlattığı anılardan biri. hiç unutmuyorum adanada'yız bir gün, kızın biri koşarak otobüse girdi ağlıyor hıçkırarak. geçti oturdu arkaya, aşk acısıyla olduğu belli ama o yaşta anlamıyor insan işte. bütün yolculuk boyunca kıza bakıp üzülmüştüm, o haline içim acımıştı. anneme dönüp 'anne baksana ne kadar üzgün hiçbirşey yapamaz mıyız?' demiştim üzgün bir yüz ifadesiyle. annemse önce kıza buğulu gözlerle bakıp ' birşey yapamazsın kızım, eğer başkasının acılarını sende hissetmeye çalışırsan bütün hayatın boyunca acı çekersin, yardım etmeye çalış ama sakın seni etkilemesine izin verme' demişti. o yaşta bana acımasızca gelmişti acılara ortak olmanın ne zararı olabilirdi ki? şimdi anlıyorum ki gerçekten haklıymış. karşı taraf herşeyi unutup hayatına devam ettiğinde yok yere eksilen sen oluyormuşsun. dönüp yüzüne bakılmıyormuş sonra. ah bi de büyüklerin lafını dinlesek.
ilkokulda tatile datçaya gitmiştik, kuzenimle pizza ödüllü dans yarışmasına katılmıştık ve kazanmıştık ama kazandığımızı öğrendiğimizde annelerimiz zorla yatırmışlardı bizi. o yiyemediğim pizza hala içimde bi ukte kaldı.
kar yağarken babamın beni okula göndermemesi sonucu buz gibi havanın tadını sıcacık yatakta çıkartmak. ve ek olarak sabahtan akşama kadar bebeklerle oynamak.
anlatılmayacak kadar çoktur benim için.
samanyolu diye bir dondurma vardı üstüne küçük lekeleri vardı ve sinek konduğunda anlamazdık öylece yerdik.
meybuz almak ve yapmaya çalışmak.buzlukta patlayan bardaklar...
pril şişesini alıp mahalleyi yıkamaya kalkışmak akabinde annenin sevgi dolu kucağı(!)
arkadaşları toplayıp çatılara çıkmak komşu teyzenin kömürlüğüne kaçan topları kurtarmak için operasyon yapmak.
evde yer yok diye bahçedeki otobüs tekerleğinin içinde uyumak.
maddi durumumuz kötüydü 10 sene öncesine kadar. belki o yüzden hatırlıyorum eski ile alaklı çoğu şeyi. pazar banyoları, soba da ekmek kızartmak, sadece trt 1 in olduğu bir televizyon, komşuların kapı önünde gece sohbetleri, babaannein kurtlu erden şekerlemeleri. aslında daha güzel günlermiş o günler.