yanlız olmadığımı umduğum durumdur. herkez eğlenirken, facebook'tan '' yaşasın yeni yıl '' gibi mesajlar atarken, tek ben üzülüyo olamam herhalde...
2010'u geride bırakırken, herkezin aklına '' bu sene başıma asla unutamayacağım neler geldi? '' gibi sorular gelebilir. bu sene benim için berbat geçti. hayatımın en kötü senesini geçirdim 2010'da. tam rahatladım derken 2011'e yaklaşırken, yine bir hüzün ve stres beni karşıladı. yıl güzel başlamıştı aslında.
2010 yaklaşmıştı. tamda bu entryyi yazdığım saatlerde hazırlık yapıyordum. ne için mi hazırlık yapıyordum? uludağa gitmek için. saat 9 gibi buluştuk milletle. ilk başta hiç gitmek istememiştim. evimde oturup televizyon izlemek daha cazip gelmişti. fakat zatn birazda öyle oldu. şöyle ki, otobüsün gecikeceğini duyduk. etrafta bir dershane vardı. benim değilde bir başka arkadaş tanıyordu dershane müdürünü. dershaneye sığındık. bizi dershanenin konferans salonuna benzeyen yerine götürdüler. oturduk, ne koyacaklarını bekledik sinevizyona. önce 2012'yi koydular. yeni yıla böyle bir filmle girilemeyeceğini anlayınca '' kurtlar vadisi pusu '' nun bir bölümünü koydular. ve ben yeni yıla, millet yüzünden kurtlar vadisi izleyerek girdim... (ondan sonra zaten hiç izlemedim.)
gece saat kaç oldu bilmiyordum. 1 veya 2 idi sanırsam. belki daha erken. ama çoktan 2010'a girmiştik. otobüsle önce yalovaya gittim. yanıma oturan şahısı (benden yaşça büyük ve fazlada tanımadığım biri) bayağı sıktığımı fark ettim. ağzım hiç kapanmadı. durmadan konuştum. arabalı vapura girdiğimizde beni tost almam için vapurun kantinine yolladı. tostu aldıktan sonra etrafta olmadığını fark ettim. bütün vapuru dolaşıp buldum. onu bulduğumda üzülmüş gibiydi. benden veya çenemden kaçıyordu belliki...
ama takmadım, konuşmaya devam ettim.
bursa'ya vardığımızda hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. önce kahvaltı yaptık, sonra biraz bursada takılalım dedik ve 2-3 saat bursa'da takıldık. belki daha fazladır, okadar iyi hatırlamıyorum süreleri. bir tepeye çıktık. bozuk para atıp, dürbünle şehri izleyebileceğimiz bir alet vardı. oraya kadar gitmişiz, izleyelim dedik. güzel görnüyordu şehir, fakat nedense içimde istanbul'a karşı daha fazla sempati doğdu. istanbul ve bursa'yı karşılaştırınca ikiside güzel, fakat istanbul biraz daha güzeldi.
uludağa çıkmaya başladık. otobüsün şöförü sanki motorsiklet kullanır gibi kullanıyordu otobüsü. yüreğim ağzıma geliyordu. arkadaki oturanların konuşmaları ise beni dahada korkutuyordu;
+abi bu adam nebiçim kullanıyor?
-ulan biraz yana kaysak döne döne düşeriz dağdan aşağı...
+sonra bide otobüsde yanar.
-otobüs yansa iyi, ezilir pestilimiz çıkar bunun içinde...
dağın tepesine baktığımızda yeşildi. kar göremiyorduk. millet '' evet, tepeye bakarsanız yeşil karları göreceksiniz. '' diye şaka yapıyordu. bu şakalar birbirini izlerken yavaş yavaş etraftaki karlar belirginleşti. ve sonunda uludağa çıktık.
yusuf yusuf yolculuğun ardından, hayatımda görmediğim güzellikde bir dağa çıkmıştım. gerçekten enteresan bir manzara vardı. karşıya baktığımda resmen kendimi sibiryada hissediyordum. bu görüntüyü daha önce sadece national geografhic'de görmüştüm...
15 liraya kayak kiraklayıp kaymaya çalıştım. filmlerdeki kadar kolay olmadığını anladım. durmak için hep kendimi yere attım. çünkü duramadığım zamanlar milleti eziyordum. *
hele o iki tahtanın ağırlığı beni öldürüyordu. düştükten sonra kalkmaksa ayrı bir dertdi. ayağımıda incittim. otobüsüde kaybettim. bulana kadar canımda çıktı, fakat herşeye rağmen güzel bir gezi oldu...
istanbul'a döndüğümüzde akşam saat 11 filandı. topallaya topallaya eve geri döndüm...
***
2011'e girmeden 1 gün önce...
'' arda sevdiğin kız başkasıyla dolaşıyor şuan bahçede '' dedi mustafa adındaki arkadaşım. azcık üzüldüm, fakat belkide arkadaşıyla dolaşıyordur dedim içimden. her dolaştığı kişiye ''çıkıyor'' damgası vuramayız ya. fakat aynı tenefüs içerisinde ''arda, sevdiğin kız ve dışarda dolaştıkları çocuk çıkmaya başlamışlar. '' dedi, ve ben bittim. hayatım gözlerimn önünden film şeridi gibi geçti. nasıl olabilirdi dedim, nasıl? midemde dayanılmaz bir ağrı vardı. ne zaman geldi o ağrı bilmiyorum, ama asıl ağrının nezaman geldiği değil, ağrının neden geldiği önemliydi.
ve çıkıyorlardı, gözümün önünde. korkutuyordu beni '' acaba nezaman öpüşmeye ve yiyişmeye başlayacaklar? '' sorusu. ben bile ona bakmaya kıyamazken, başkası ona neler yapacaktı kim bilir... mazoşist gibi koluma kalemle çizikler attım. yazılar yazdım. kolum şişti, bir yeri kanadı. fiziki acıyla, ruhani acıyı kapamaya çalışıyordum. olmuyordu be sözlük, kapanmıyordu. başım dönüyordu sözlük, o başka erkekle konuşurken bile içim rahat değildi. şimdi ise neolacaktı sözlük? ne????
***
şimdi yine bursa'ya gitmek için hazırlanıyorum sözlük. yine uludağa çıkacağım. yıl geçen senekiyle aynı başlayacak. ama bu sefer tek farkı, 'o'nu düşünmem olacak...