Üç buçuk günlük yaşamı, bir türlü bir sonuca bağlanamayan birkaç güdük konuyla yitirip gitmenin ne menem bir fukaralık olduğunu en iyi bilenler, değişik kitaplar okumaya meraklı olanlardır. Yazık ki böyle bir keyif servetinin tutkusu, yeterince yaygınlaşmış değildir bizde... ilkel gereksinmelerin zincirlerinden boşanan açlığı, belirli bir doyum noktasına gelmedikçe de; insanların, daha üst düzey zevklere yönelmeleri kolay değildir. Üst düzey zevkler ise, ne yirmi yıl önceki yerli sinema yönetmenlerinin sandığı gibi, villa terasında robdöşambrla dolaşmaktır; ne de şoförün selama durarak açtığı kuyruklu bir arabaya binmek...
"Üst düzey zevkleri" keseyle ilgili olmayan zevklerdir ki, parayla sağlanamayacak değişik yaşam ufukları açar insanın karşısında...
***
Güneşin doğuşunu ve batışını düşünün. Alacakaranlığın yavaş yavaş eriyişi, ağaran tanyeri, pembeleşen bulutlar ve birden görünen kocaman güneş... Aynı güneş batarken de, kırmızıya çalan sarılardan ışıklı morlara kadar, gökyüzünün bitimini, deli divane bir renk cümbüşüne dönüştürerek çekip gider...
Güneşin doğuşuyla batışını seyretmenin ötesine geçememekteki fakirlik, fakirliklerin en görünmeyeni ve sinsisidir... Böyle bir fakirliğin pençesinde nasıl bir tutsak olduğumuzu bile hiç düşünmeyiz...
***
Milyonlarca ışık yılı uzaktaki başka gezegenlerde ise, sadece bir külüstür güneş doğup batmamakta; yüz binlerce güneşli bir galaksi doğup batmaktadır...
Yüz binlerce güneşin birden doğduğu bir gezegende, tanyerini seyretmenin Tanrısal çizgisini duyamadan göçüp gitme bücürlüğünü henüz aşamasak da; en azından bu bücürlüğü benimsemediğimiz zaman, bazı perdeler kalkmaya başlar gözlerimizden...
***
Bizim güneş, öyle ahım şahım bir güneş de değil, orta kırat bir güneştir. Yapılan hesaplara göre kendi ortamının üçüncü kuşağıdır. Dedesi milyarlarca yıl önce sönerken, ortalığı birbirine katıp babasını yaratmış; babası da sönerken, bizim güneşi dikmiştir tepemize... Beş milyar yıl sonra o da ölecek ve ölürken de Merkür'ü, Venüs'ü ve bizim dünyayı silip süpürecek; sonra da o hengameden bir veliaht güneş daha çıkarak, dördüncü kuşağı oluşturacak...
***
Bu sevimli oyunun en hoş yönü, güneşlerin, yıldızların, galaksilerin, doğarken, yaşarken ve ölürken, çok büyük bir iş yapıyormuş gibi görünmelerine karşın; sadece atom dengelerini değiştiren bir serüven yaşamaları...
Biz ise bugün onları oluşturan elementlerle, bizi oluşturan elementlerin aynı olduğunu biliyoruz ve bu sevimli oyunun hangi atom dengelerini değiştirerek, nasıl sürüp gittiğini de biliyoruz...
***
Biliyoruz ki, hepimiz o denge değişimlerinden oluşan ortamların; yani doğup yaşayıp, ölen yıldız serüvenlerinin çocuklarıyız... Bunu artık şiirsel olarak değil, bilimsel olarak biliyoruz...
Atomlarımızın her birine bir numara yazmak olanağı bulunsa; on milyar yıl sonra atomlarımızın çok değişik bir yıldızlar topluluğunun oluşumundaki hidrojenlerde, oksijenlerde, azotlarda nasıl kıpır kıpır kıpırdadığını, birileri gözleyebilirdi...
Yıldızlar kendi serüvenleri içinde bizleri oluştururken, bizler de onların serüveni içinde çalkalanıp duruyoruz... Çünkü onlar ve biz aslında aynı özdeniz.
***
Hallacı Mansur'un:
- Enel hak, diye bağırması, şimdi çok daha bilimsel, yani fiziksel ve kimyasal bir boyut kazanıyor... "Biz" ve "o" ayırımı ortadan kalkıyor; olağanüstü ilginç bir bütünlük çıkıyor ortaya...
insanoğlunun çok daha eski dönemlerde bunu nasıl sezdiği sorusuna ancak bir tek yanıt verilebilir:
- Aynı özden olduğu için sezmişti...
***
Televizyonun keşfinden önce birtakım hortlak öykülerinde; ölülerin "Bazen ışıklar içinde göründüğü" anlatımı da, yabana atılacak bir yaklaşım değildir.
inönü'den De Gaulle'e kadar, nice ölüleri, sık sık ışıklar içinde seyredip duruyoruz artık...
***
Ses, hareket ve görüntü ölümle kaybolmuyor... Kaybolan sadece bir denklemdir. O denklem başka bir denkleme dönüşüyor...
Yıllar önce bu konuyu Sabahattin Eyuboğlu ile konuşurken Sabahattin:
- Denklem hep aynı kalsa daha iyi olurdu, demişti...
***
Evren ise elementlerin değişmediği, sadece denklemlerin durmadan değiştiği bir hengamedir. Bu değişimi hiçbir kategoride durdurma olanağı yoktur. En değişmez bir görüntü içinde inatlaşan bizim köylü toplumu bile, ancak bin yıl kalabildi aynı görüntü içinde. Şimdi o da değişiyor. Bin yıl ise kozmik takvimde iki saniye demektir.
***
Güneşin dedesinden bu yana geçen on beş milyar yılı, bizim bir yılımız olan üç yüz altmış beş güne bölünce, kozmik takvimdeki bir saniye, bizim beş yüz yıla eşit olmakta...
***
Böyle üst bir düzey zevki; birkaç güdük konunun yığdığı sıkıntıları, kısa bir süre için de olsa, öyle bir rahatlatır ki; üst düzey zevklerine karşı bir tiryakilik belirir kişide...
Gerçekte yıldız serüvenlerinin çocukları olduğumuzun bilimsel olarak kanıtlanması ve bir zaman sonra o serüvenler içinde çalkalanıp gideceğimizin bilincine erişmek; yaşadığımız çağın, eski çağlardaki mırıltıları, matematiksel bir doruğa ulaştırmasının sonucu. Buraya kadar gelmiş olmak dahi bir mucizedir. Hele bizim külüstür güneşin doğuşuyla batışı yanında, yüz binlerce güneşin doğup battığı bir gezegenle aynı özden olmanın lezzetini yakalayabilmek, büyük keyif...
Günlük sıkıntılar böyle bir keyifle çok daha hızlı yenilir. Yıldızların çocukları, kendilerine layık bir yaşamı, ancak bu keyfin tadına vardıkları ölçüde yaratabilirler... Her sabah yüz binlerce güneşin doğduğu gezegenlere de varılacaksa, ancak öyle varılacak...