Ölüm, avutan da -ne çare ki- yaşatan da;
Hayatın sonu; yine de tek ümit, tek güven;
Bizi bir iksir gibi kavrıyan, sarhoş eden;
Karda kışta, boralar, tipiler arasında.
Akşamlara kadar didinmek gücünü veren;
Parıldayan tek ışık, kapkaranlık dünyada;
Dört kitabın yazdığı o koskocaman handa
Mümkün artık doyup, dinlenip uyuyabilmen.
Sihirli parmaklarla, üstüne titreyerek,
Uykuların en güzelini getiren melek;
Yoksulun, çıplağın yatağını yapan elller;
Tılsımlı ambar; tanrıların şerefi, şanı;
Yoksulun dağarcığı ve en eski vatanı;
Bilinmedik göklere açılan tak-ı zafer
geride kalanlar için daha da ağırdır. yaslarını bile yaşayamadan cenaze masraflarını düşünmek zorunda kalırlar. ne zordur kim bilir yas bile tutamamak.
Ölüm, avutan da ;ne çare ki- yaşatan da;
Hayatın sonu; yine de tek ümit, tek güven;
Bizi bir iksir gibi kavrıyan, sarhoş eden;
Karda kışta, boralar, tipiler arasında.
Akşamlara kadar didinmek gücünü veren;
Parıldayan tek ışık, kapkaranlık dünyada;
Dört kitabın yazdığı o koskocaman handa
Mümkün artık doyup, dinlenip uyuyabilmen.
Sihirli parmaklarla, üstüne titreyerek,
Uykuların en güzelini getiren melek;
Yoksulun, çıplağın yatağını yapan elller;
Tılsımlı ambar; tanrıların şerefi, şanı;
Yoksulun dağarcığı ve en eski vatanı;
Bilinmedik göklere açılan tak-ı zafer
karaciğer sirozu vakası olan numero 57 vardı. zaman zaman tıp dersine konu olduğundan, koğuştaki herkes onu simaen tanıyordu. uzun boylu vakur doktor haftada iki akşam koğuşta bir grup öğrenciye ders verir ve yaşlı numero 57, çoğu sefer bir tür sedyeyle koğuşun ortasına getirilirdi. ardından doktor, geceliğini kaldırıp adamın belindeki kocaman gevşek yumruyu -sanırım hastalıklı karaciğeri- parmaklarıyla şişirir ve yüzünde ciddi bir ifadeyle bunun alkolden kaynaklanan bir hastalık olduğunu ve şarap içilen ülkelerde daha sık görüldüğünü açıklardı. her zamanki gibi ne hastasıyla konuşur ne ona gülümser ne başını eğer selam verir ne de başka herhangi bir şekilde tanıdığını belli ederdi. konuşurken son derece vakur ve dimdik olurdu. adamın tükenmiş vücudunu ellerinin altında tutar, kadınların merdaneyle yaptığı gibi arada bir o tarafa bu tarafa çevirirdi. numero 57 bu tür şeylere aldırış etmezdi. belli ki hastanenin eski sakinlerinde biri, derslerde düzenli olarak teşhir nesnesiydi ve karaciğeri epeydir bir patoloji müzesinde sergilenmek üzere kaydedilmişti. doktor onu antik çin'den bir parça gibi sunarken renksiz gözleri kendisi hakkında söylendiği ile hiç ilgilenmeksizin boşluğa bakakalırdı. altmış yaşlarında inanılmaz küçülmüş bir adamdı. kireç gibi soluk yüzü kaşık kadar kalmıştı.
bir sabah ayakkabıcı komşum yastığımı çekiştirerek beni uyandırdı. "numero 57!", kollarını başının üstüne savuruyordu. koğuşta görmeye yetecek kadar ışık vardı. yaşlı numero 57'nin başı yatağın yanından dışarı bana doğru uzanacak şekilde yana devrilmiş halde yattığını görebiliyordum. gece bir ara ölmüştü, kimse ne zaman olduğunu bilmiyordu. gelen hemşireler ölüm haberini kayıtsızca karşılayıp işe koyuldular. uzun zaman belki bir saat belki de daha uzun süre geçtikten sonra asker gibi yan yana yürüyen iki hemşire sabolarının sesi yankılanarak gelip cesedi çarşafa doladılar, ancak ceset götürülene kadar bir süre daha geçti. bu arada benim de numero 57'ye aydınlıkta iyice bakacak zamanım olmuş oldu.
numero 57'nin hem gözleri hem de ağzı hala açıktı, yüzü ise can çekiştiğini gösterir biçimde büzüşmüştü. ancak beni en çok etkileyen yüzünün beyazlığı oldu. daha önce de soluk olan yüzü, şimdi çarşaflardan sadece biraz daha koyu renkteydi. bitmek üzere olan bir mum gibi titreyip sönen bu zavallı gariban, ölüm döşeğinde başında bekleyecek birisine sahip olacak kadar bile önemli değildi. o, yalnızca bir numara ve öğrencilerin neşterleri için bir "ders"ti.