izlerken doluşan duygularımın sonlara doğru gökyüzünde uçurtmanın belirmesiyle çipil çipil gözlerimden taşmasına neden olmuş muhteşem ötesi tunç başaran filmi.
ben film izlerken ağlamam. izlerken ağladığım tek film vardı o da dönüş'tür. babam ve oğlum'da herkes ağlamaktan ölüp biterken ağlamadım ben. ruhsuz duygusuz herifin tekiyim pek çoğuna göre.
milyon dolarlar olmadan muhteşem bir film nasıl yapılır sorusunun cevabı gibi bir film. yorumunu yazamam göz yaşlarım mani.
özgürlüğün ne büyük bir nimet olduğunu idrak edecek kadar tutsak kaldığım için bir dönem duramadı göz yaşlarım yerinde.
izleyin, izlettirin, elinizdeki en büyük iki şeyden birinin* değerini idrak edin.
filmin ortalarından sonuna kadar hüngür hüngür ağladım. kendimi barışın yerine koydum filmi öyle izledim. allahım o nasıl müziktir öyle. hiç birşey olmasa o müziğe ağlanır.
soğuk bir kış gecesi, battaniye altına girip okunası, yeniden izlenesi, yine ağlanası, o paylaşamadığın yalnızlığının dibine vurmuş özleminin acısı çıkarılasıdır Barış'ın "Burnun uzadı mı, inci?" sorusuyla başlayan mektuplarıyla başbaşa kalmak.
Hakikaten beş yaş insanın en olgun çağı mıdır, diye sorası geliyor insanın tüm gerçekliğinin beş yaşındaki kahramanlar tarafından anlatıldığı hikayeleri okudukça. (bkz: oğullar ve rencide ruhlar)
Kendi adıma konuşmam gerekirse, evet, biz atarilerin son versiyonlarıyla oynayıp bilgisayarların kocaman halleriyle başladık oyalanmaya. Mektuplarımızı birtek okyanus aşırı ülkelerdeki mektup arkadaşlarımıza yazdık dil öğrenmek uğruna. Hiçbir kitabımız elimizden alınıp yakılmadı, zaten yakılacak kitaplar bizim neslimizde hiç yazılmadı. Geçmişimiz hakkında ne görüp ne öğrendiysek kar bildik geleceğimiz adına.
Hiç uçurtma uçurmadık, hep filmlerde gördük onu. Arada sıkışmış bir nesildik. ilk kumarımızı bilyelerle oynayıp ditijal serüvenlere atıldık sonra. Kafamızda hep bir yenilik, hep keşfetmeye açık bir hayal ürünü vardı. Ama öyle somut, öyle gündelik, öyle kafa kurcalayıcı ki... Kendinizden çıkardınız, kafanız hep onun ve onun gibi bir sürü işe yaramaz şeyle meşgul olurdu.
-dınız, -du, evet. Sonra işte soğuk bir kış gecesi, battaniyenizin altına girip kitaplığınızın bir köşesine sıkışmış soluk kitabı elinize aldığınızda anlarsınız, özlediğiniz ne siz, ne onlar, ne de başkası...
Bir tek düşünmeyi özlemişsinizdir. O kimsenin müdahale ettirmeden yapabildiğiniz tek şeyi (tam da burada yazarın burnu uzamaya başlar, yazmayı bırakır, kitabına döner, kendisine yalanlar söylemeye devam ederek).
büyük bir hikaye barış'ın hikayesi... o henüz çocuk yaşında ailesinin başına gelenlerden dolayı annesi ile birlikte hapishaneye giriyor. sonra inci'yi tanıyor. bütün dünyası inci oluyor... bize insanoğlunun mutlu olması için çok büyük mucizelerin, hediyelerin gerekli olmadığını anlatıyor barış.
**
bir uçurtmanın gökyüzünde ki özgürlüğü bile yüzümüzde gülümseme olabilir. kuşların seyri, denizin görkemi, güneşin doğuşu, çiçeğin her rengi... mutlu olmak zor zanaat. silkinmek lazım önce. sonra da hayata sarılmak. denizi görmek gibidir mutluluk. eğer mutlu olmayı istiyorsanız görmeyi bileceksiniz. hem, biz görmek istedikten sonra neden göremeyelim denizi? bakın ne diyor sabahattin ali, "görmesen bile denizi /yukarıya çevir yüzü /deniz gibidir gökyüzü" sonrasında devam ediyor rahmetli "aldırma gönül aldırma" mekanı cennet olsun, doğru söylüyor. önümüze çıkan engellere aldırış etmeden küçük mutluluklar büyütmeliyiz içimizde. ve önce sevmeliyiz; hayatı, insanı, doğayı, öğrenmeyi... sırt üstü uzanıp çimenlere gökyüzünü seyretmeliyiz. ve sonrasında yıldızları, yine aynı şekilde... insana insan olduğu için değer vermeliyiz. paranoya dolu dünyamızdan bizi ancak sevgi kaçıracaktır. sevgiyle kaçmayı planlamalıyız.
**
o kadar çok hikaye var ki dünya dediğimiz gezegende. bu kadar his, bu kadar duygu yoğunluğu, bu kadar zaman boşuna olamaz. bırak dünyayı, hiçbir gezegen bu kadar hikayeye boşu boşuna ev sahipliği yapmaz, yapamaz.
**
öyle ki; bir sınırsızlık, bir doyumsuzluk var insanoğlunda. dünyanın her metrekaresine sahip olsa diğer gezegenlere gözünü dikecek. ve zulüm hiç bitmeyecek yeryüzünde. düşünmeden yapamaz elbette insanoğlu. dünya meselelerini, ülkesini, çevresini mutlaka düşünecek. ama "onlar böyle düşündükleri için ben de şöyle düşünmeye başladım" cümlesinde ki, düşünmeyi başka bir düşünceye tepkiymiş gibi göstermekten ziyade "onlar da iyi düşünsünler diye iyi düşünmekten vazgeçmiyorum" cümlesinde ki düşünceyi diğer insanları da iyiye yönlendirmek, iyiyi istemek şeklinde yorumlamak çok daha ulvi bir amaca hizmet edecektir. keza bizi her ne kadar yorsalar da mutluluğu arayan olmalıyız.
**
ve barış soruyor, "neden uçmuyor inci?" inci de insanoğlunun en çok ihtiyacı olanı veriyor barışa; umut şu cümlelerle giriyor barış'ın kanına "uçar bir gün." filmin sonunda barış'ın gönlü olmuş inci uçurtma olarak geri dönmüştür. umuyorum ki bir uçurtmanın özgürlüğü bizim de yüzümüzde gülümseme olsun. sevmek, öğrenmek, anlamak, dinlemek ve insan olabilmek ve insan kalabilmek dileğiyle...
Kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Türk sinema tarihinin en güzel filmlerinden. Oscar aday adayı olan 2.filmimizdir. Oscar adayı ilk filmimiz 1964 yılında 37. Oscar adayı olan Susuz yaz adlı filmdir. Uçurtmayı vurmasınlar filminin yönetmeni Tunç Başaran'dır. 1989 yılında gösterime giren Uçurtmayı Vurmasınlar filminin başrollerini Nur Sürer(inci), Ozan Bilen(Barış) oynamaktadır.
müzikleri olsun konusu olsun herkesi etkileyebilecek çok iyi bir filmdir, bir kez değil dönem dönem akla geldiğinde izlenmelidir ki o duyguları tekrar yaşatabilsin.
en sevdiğim repliği:
-neden uçmuyor inci
-uçar bi gün.
1989 yapımı bir filmdir. hapishanede kadınlar koğuşunda yaşananlar bir çocuğun bakış açısından anlatılmaktadır.
en etkileyici sahnesi de incinin (küçük barışın kendine en yakın hissettiği kişi) hapishaneden ayrılış ve sonrasında özgürlüğe kavuşma sahnesinde barışın yaşadıklarıdır..
şu anda izlemekte olduğum film, türk sinema tarihinde kesinlikle çok ayrı bi yeri var.şimdiki ozan bilen in küçüklüğü ne kadar tatlı bi çocuk bu kadar mı tatlı olur dedirtiyor.
malesef ülkemizde yaşanan gerçek bir olaydan alınmıştır. bir zamanlar ülkemizin içinde bulunduğu durumu net olarak gösterir. gerçi şimdi ne haldeyiz orası ayrı konu.
Ben işemedim ki miki işedi diyen çocuktan dolayı 90'lı yıllarda doğan bir çok çocugun adının "Barış" olmasına neden olan , ölmeden önce izlenmesi gereken güzide film .
izleyip, kendini barışın yerine koyup inciye aşık olmayanın yadırganacağı filmdir kanaatimce. bir de kesilmiş sahnelerini, üstadın o eşsiz sesiyle dinleyin.
Melodisi kulaklardan hiç eksilmeyen Türkiye'nin ilk oscar adayı filmi. Ayrıca bu da romandan beyaz perdeye aktarılan bir filmdir. Roman Feride Çiçekoğlu'na aittir.