umut sarıkaya

entry1087 galeri1
    906.
  1. roman yazmak için arkadaşının evine kapandığı ancak bir türlü yazı yazamadığı gibi tüm gün bilgisayardaki bir oyunda arkadaşının rekorunu ekarte etmeye çalıştığı ve sonunda başarıp halihazırdaki '' alemin kralı seyit baba'' yazısını silip, yerine '' şahbaz uut bey '' yazan, fakat sonra arkadaşının bu duruma kızarak '' lan tüm gün benden izinsiz bilgisayarıma mı girdin?'' deyip, yumruk içinde bırakacağını düşünerek kendi rekorunu ekarte etmesi ve yerine tekrar '' alein kralı seyit baba'' ( nerede bu .mına kodumun ''m'' si!?) yazdığı pek bir güzel uut sarıkaya yazısı vardı. belli ki vakti zamanında bu tarz bir roman yazma işine girişmiş ancak pek çok gereksiz uğraş bularak bunu da yarım bırakmış bir kişi kendileri.
    3 ...
  2. 905.
  3. radiohead hayranı olduğuna inandığım karikatürist.
    0 ...
  4. 904.
  5. yaklaşık 3 haftadır kayıp olan uykusuz dergisi çizeri.
    0 ...
  6. 903.
  7. yolda görsem bir abi, bir kuzen sıcaklığıyla boynuna atılabileceğim mütevazi yetenek. adam sivaslı, daha ne olsun.
    3 ...
  8. 902.
  9. karikatüristlerin şahıdır şu anda.
    3 ...
  10. 901.
  11. büyük ihtimalle uludağ sözlük okumaktadır.
    0 ...
  12. 900.
  13. 899.
  14. eğer karşıma çıksaydı ve yaşlarımız denk olsaydı zerre kadar düşünmeden evleneceğim muhteşem yazar.
    0 ...
  15. 898.
  16. roll dergisindeki röportajınızda "samimiyet keşfedilince cehalet meşrulaştı" demişsiniz. ne güzel demişsiniz.
    - samimiyet de trend oldu işte. "ne var yani" dediğin zaman tamam diyor herkes, bravo diyor, ne kadar doğal diyor. kibariye'yi bir ara çok övüyorduk ya. kadın, normal bir kadın işte.

    diyerek yine çok haklı bir tespit yapmış ve verdiği örnekle yardırmıştır.
    1 ...
  17. 897.
  18. 896.
  19. tek eksiği karikatüristliğe geç başlamasıdır. karikatüristliğe 27 yaşında başlamıştır. fakat bir yiğit özgür değildir.
    0 ...
  20. 895.
  21. birini kaybetmeyi bu kadar samimi biçimde anlatan başka biri daha yoktur belki...

    ''Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım. ''

    bu. işte bu.
    1 ...
  22. 894.
  23. 3 kitabını da bi kaç günde bitirdiğim, türk insanı tespit kralı yazar kişisi.

    halbuki alırken az az okuyayım da hemen bitmesin, tadı çıkar demiştim. o iş öyle olmuyormuş işte. biliyordum da öyle olmadığını ama oldu.

    ara sıra bazı yazılarına üzüldüm lan. özellikle asım mı ne vardı. yazık.

    neyse, böyle karikatüristler kolay yetişmiyor memlekette, takipteyiz umutum.
    3 ...
  24. 893.
  25. adına daha pek çok entry girilecek tespitin kendisinden sorulduğu çizer kişisi.
    0 ...
  26. 892.
  27. hastası olduğum yazar, çizer. sıkı takipçisiyimdir. fakat nasıl olduysa son kitabı çıkalı 1 yıl olmuş ben daha dün öğrendim. * kitabı bayağı aradım sonunda kızılay'da bi kitapçıda buldum. güvenpark' ta oturup bi çırpıda yarısına geldim. sonra "dur lan hepsini bitirmeyeyim azar azar okuyayım" dedim. ne yazık ki dönerken metroda son hikayeye kadar gelmiştim. 24 saati dolmadan kitap bitti. 4. kitabı bekliyoruz artık. işsizlik ve yurt dışı üzerine yazdığı bir yazı var ki; çok net en iyi yazısıydı diyebilirim.

    --spoiler--
    üniversite bittikten sonra kısa süre işsiz kalınca hemen "yurt dışına gideceğim" demiştim. insanlarla ne yapacağımı konuşurken tek şey çıkıyordu ağzımdan ; "yakında ben zaten yurtdışına gideceğim". yurt dışı, yurt dışı diyip duruyordum ama yurt dışının tam olarak neresi olduğu ve oraya nasıl gideceğim hakkında en ufak bir bilgim yoktu. amerika mı, ingiltere mi, norveç mi, fransa mı neresiydi gitmek istediğim yer? en ufak bir fikrim yoktu. yurtdışı olsun yeterdi, her yer olabilirdi. üniversiteyi bitirmiştim, işsizdim, doğduğumdan beri kız arkadaşım olmamıştı, ne beklentim ne de bir amacım vardı, beni buraya bağlayan hiç kimse, hiçbir şey yoktu. sanki yeni bir söz bulmuşlar da bunu kendilerinden başka kimse bilmiyormuş gibi "nereye gidersen git, oraya da kendini götürürsün" diyenlere inat kendimi yurtdışına götürmeye kesin kararlıydım. yurt içinde olmamıştım ben. tut kolumdan götür beni yozgat'a, maraş'a, gümüşhane'ye tırt olduğum iki haftaya kalmaz fark edilirdi, kendimi gizleyebileceğim bir yerlere gitmeliydim. beceriksizliğimin sorumluluğunu kültür farkına yorabileceğim bir yerler olmalıydı. hem sıla hasreti de beni birkaç yıl oyalardı. "what's the prablım honey" diye yanıma sokulan yabancı sevgilimi elimle itip "geldiğim yerdeki insanları özledim tatlım. şehirlerinizde alt yapı sorunu yok... eyvallah! biri hastalansa onu hemen helikopterle hastaneye yolluyorsunuz... bravo! sarışınlık sizde, rak müzik sizde, milkşeyk sizde... korkmayın bunların hiçbirinde gözümüz yok! ama bişeyi unutmuşsunuz be cincır! insan değilsiniz insan! geldiğim yerdekiler hepinizden daha insandı. insan insana bakardı" diyerek ilişki yürütemememin, geçimsizliğimin faturasını yurt dışı insanına çıkarmam gözlerimin önüne geliyordu. kendine acımanın, kendine üzülmenin en legal olduğu yer yurt dışı. yani tam bana göre bir yerdi. yurt dışı'na kesin gitmeliydim.

    bizim sülalenin erkeklerinin temel özelliği; ailesinin rızkını, parasını pulunu elâleme yedirmeyi çok sevmesidir. kadınların ise temel görevi bunu engellemeye çalışmaktır. "biz yemeyelim de el mi yesin?" diye bankada bulunan bütün paralarını bir ay içinde harcayıp şahane bir ay geçiren ve sonra da farkirliğin pençesinde inim inim kıvranan uzaktan akraba olduğumuz bir aile bile vardı. adam kadının şüphelerini haklı çıkarmış o fakirliğin içinde bile eline geçen üç kuruşu birilerine yedirmeye çalışırken yakalanmıştı. az paraya kendine bir dost tuttuğu, haftanın belirli günleri dostunda kaldığı söyleniyordu toprak alasıcanın, boyu devrilesicenin. aile parçalanma noktasına gelmişti. kadın her gün yanına 6 yaşındaki çocuğunu da alıp bize geliyor kendini yerden yere atıyor, ağlıyor, ağlatıyordu. yerde debelenmekten kafasından çıkmış başörtüsünü düzelterek, getirdiğimiz suyu geğirmeler ve hıçkırıklarıla içip yeniden salonun ortasında yere uzanıyordu. gerçekten acı bir durum yaşanıyordu, hepimizin gözleri ağlaya ağlaya davul gibi olmuştu. çocuğun da psikolojisi bozulmuştu, "anneeeeeeeaaaa" diye bana tokatlar atıp kucağımdan kurtuluyor, baygın annenin yanına koşuyor ellerini bileklerini ovuyordu kadının. kadın kısa süre sonra kendine gelip çocuğa sarılıyor, bu sefer de ayılan kadına kızıp vurmaya başlıyordu zavallı yavrucak. bende işsiz olduğum için bu görüntülere her gün tanık olmak zorunda kalıyordum. günler haftalar geçmişti ve yurt dışı konusunda hiçbir atılım yapmamıştım. ama zaman geçtikçe yurt dışının aile içindeki temsilcisi gibi bişey olmuştum. her olayı her konuyu bir şekilde yurt dışına bağlıyordum. "yurt dışında böyle bir şey olmaz. orda devlet "dur" der buna. iki dakkada polis kapına gelir. 'sen bu çocuğun pisikolojisiyle oynuyorsun'der. çocuğu hemen gözetimine alır. gider babayı bulur, babayla konuşur. babayı helikopterle alıp evine getirir. çocukla ailenin görüşmesine izin vermez, aileye de bir aile terapisti ayarlar. ev temizse evi pisletir devlet, sonra çıkıp sokakları deterjanla yıkar. çünkü yurt dışında sokaklar temiz, evler pistir. belediye başkanları eşcinseldir" diye aile içinde ileri geri konuşuyordum.

    işsizlik gerçekten zor zanaattır. sıkıntıda dertte ilk göze batan insan işsizdir. işsiz kalmanın mağrurluğu ve çevrenin işsiz kalana anlayışı, işsizliğin süresi uzadıkça azalır. sürekli çok meşgulmüş gibi yapsanız bile belli bir zaman sonra aslında meşgul olmadığınız fark edilir. büyük bir ciddiyetle internete giren işsiz, belki bilgisayardan anlamayan aileyi belli bir yere kadar oyalar ama er ya da geç internette mal gibi gezindiğiniz anlaşılır.işsizin erken kalkmasına gerçekten gerek yoktur ama öğlene kadar uyuyan işsiz göze batar sinirleri üzerine çeker. bir yere gitmeseniz bile işsiz olarak herkesten önce kalkıp evden uzaklaşmanız gerekir. az yemeli, sürekli dertli gibi görünmeli, fazla konuşmamalı, fazla televizyon izlememeli, her şeyi en minimumunda yapmalıdır işsiz. biri geldiğinde odada oturmaya devam etmemelidir, başka bir odaya geçmelidir. ben de kaç zamandır ev içinde tozlu fare gibi odadan odaya geçerek yaşıyordum. yaptığım iş başvurularından haber gelmemişti gelecek gibi görünmüyordu. zaten evdeki gürültü patırtı da, odalara giren çıkan da bitmiyordu. boyu devrilesiceden toprak alasıcadan haftalar geçmesine rağmen haber alınamıyordu. zavallı kadın da çalıştığı için çocuk gündüzleri bizde kalıyordu. evde herkesin sinirleri bozuk, herkesin sinirleri gergindi, bir de işsize yer yoktu bu evde. bu yüzden bende her sabah kadın bize çocuğu bırakmadan önce takım elbisemi giyip evden ayrılıyordum hiç kimsenin takımı benim kadar park ve bahçe görmemiştir. hiçbir kravat, deniz kenarında esen rüzgârda benimki kadar uçuşmamıştır. sürekli geziyor, yürüyor havanın kararmasını bekliyor, cep telefonum titredi mi acaba yoksa bana mı öyle geldi diye ikide bir elimi cebime atıyordum. bütün gün parkta oturup "yurt dışı bensiz ne yapıyordur acaba?" diye düşünüp düşünüp eve gidiyordum.

    bir gün havanın kararmasını artık daha fazla bekleyemeden eve gittim. iş görüşmesine gittiğimi sanan annemler her zamankinin aksine sormadılar nasıl geçtiğini. herhalde onlar da benden umudu kesişlerdi artık. takımı çıkarıp eşofmanları giymek için odama girdiğimde yatağımın yerinde kıpkırmızı yanlarında alev çıkartmaları olan araba şeklindeki bir çocuk yatağı duruyordu. odanın çeşitli yerlerinde "turbo" "racing" "best team" gibi çıkartmalar yapıştırılmıştı ve yatağa yarış bayrağı desenli bir nevresim takımı serilmişti. eskiden olsa "yupppiiiiiiiiiii" diye koşar kendimi yatağa atardım ama artık gücüme gidiyordu bu yatak. anneme "bu ne rezilliktir böyle, siz benle dalga mı geçiyorsunuz. zaten zor durumdayım, piskolojim alt üst durumda. gideyim mi yani bu evden onu mu istiyorsunuz. yurtdışına mı gideyim illaki. bunu mu istiyorsunuz" diye çıkıştım. "oğlum dur. baban sercan'a almış o yatağı. yazık yetimdir o, sevinsin gülsün çocuk biraz. gündüz sercan gece sen uyu noolacak. yatak yataktır. kes sesini zaten işsizsin bi de yatak kavgası yapma evde." dedi içerde oynayan sercan'a duyurmadan. annem haklıydı bu yaştan sonra "sercan isteyince alınıyo ben isteyince neden alınmıyo" kavgasına girmem babamda anlık öfke patlamalarına yol açabilirdi. sanki yatak hiç değişmemiş gibi davrandım. akşam sercan'ı annesi almaya gelince ben de yeni yatağıma geçtim. adetim olduğu üzere yatmadan önce sırt üstü uzanıp pikeyi boynuma kadar çektim kül tablasını gözüme koyum bi sigara yaktım.

    yarış arabasının içinde garip bir şekilde hüzünlenmiştim. acaba yurtdışı diye bir yer yok muydu? olduğunu gittiklerini söyleyenler vardı ama belki de yalan söylüyorlardı, yurt içinde bir yerde gizlenip gizlenip gelip bize yurt dışı öok güzel diye anlatıyorlardı kim bilir. yurt dışından gelen sarışın turistler belki de bize oyun eden edirneli, tekirdağlı, keşan'lı yurdumuzun insanlarıydı. zenciler muğla'lı, çinliler koreliler eskişehir'li tatar vatandaşlarımızdı belki de kim bilebilir. kafayı yemek üzereydim. yurtdışına olan inancımı kaybedip arabalı yatak içinde işsizlik depresyonu geçirmek istemiyordum. yurt dışı vardı, kesin vardı !

    arkadaşlarım genelde kanada ve avusturalya'ya gitmekten bahsediyorlardı. bu iki ülkenin keriz olduğunu, her gelene kapılarını açtığını, isteyene iş isteyene toprak verdiğini, mükemmel yaşam koşulları sağladığını çok kereler duymuştum. önce bu iki ülkenin haritadaki birbirlerine olan uzaklıklarını ve sonra da bize olan uzaklıklarını düşündüm. sonra da birbirleriyle bu kadar zıt iki ülke için de rahatlıkla "bana farkmaz, ikisinede giderim alırlarsa" diyen bizleri düşündüm. gönüllü olarak sürgüne gitmek istiyorduk. ya gidip orda kendimizi daha sürgün hissedecek, ülkemizi, burada bıraktığımız insanları olduğundan daha iyi hatırlayacaktık ya da o ülkenin bütün geleneklerini sorgusuz sualsiz benimseyecektik. ama ne kadar benimsersek benimseyelim hep kafamızın içinde bir yerde sürekli kıyaslayacaktık iki ülkeyi ve en sonunda yaşlılığın da etkisiyle kendimizi geldiğimize pişman hissedecektik. böylesine bir gönüllü sürgünlük gerçekten delilikti. ama bu yaşta, arabalı yatak içinde, yurt dışının buradan daha acayip olduğunu düşünmek daha gerçek bir delilikti. ben mutlaka gidecek ve mutsuz olacaktım, oğlum da benim gibi bi babası olduğu için mutsuz olacaktı belki ilerde ki torumun ceremi mohammad sarıkaya mutlu olabilirdi. belki bi kıza kur yaparken mevzusuzluktan "dedem küçük asya'dan geldiğinde burada çok büyük zorluklar çekmiş biliyor musun klara. you know kahrolası zorluk" diyecek kızı etkilemeye çalışacak, göçmenliğin ekmeğini yemeye çalışacaktı. ceremi mohammad için bu değerdi buradan tez zamanda gidecektim.

    o gün ilk defa geleceğim için yararlı bir iş yapmış ve harekete geçmiştim. denizcilik işletmelerine gidip gemi adamı belgesi almak için evraklarımı görmüştüm. bir iki sınav ve kursun ardından gemilerde çalışabilecektim. eve doğru yürürken geleceğim hakkında planlar yapıyor, mutlu oluyordum. alkolik bir denizci olup yurt dışına yurt dışı demez istediğim kadar ülkeyi gezebilirdim ya da baktım gemi işi zor geliyor bir limanda -ki büyük olasılıkla amerika'da bir liman olurdu, hadi bana eyvallah der bambaşka bir maceranın içine atarım kendimi diye düşünüyordum. eve girdiğimde oldukça neşeliydim, annemi öpüp doğruca odama yöneldim. arabalı yatakta minik sercan uyuyordu. içeri girer girmez kesif maltepe kokusu burnumu yaktı. kapının sesiyle sercan yatağında kıpırdadı. yüzünü döndüğünde aklım çıkacak gibi oldu. sercan'a çok benzeyen onunla neredeyse aynı boylarda minicik bir dedeydi bu arabalı yatakta yatan. aklım galiba artık gerçekten gidiyordu, odanın kağısında da annem ve sercan'ı görünce iyiden iyiye korktum. annem "şşş dede uyuyor" dedi. sercan'ın dedesiymiş, sivas'tan bu sabah sercan'ı bir müddet için sivas'a götürmeye gelmiş. yatağı bir iki gün için 3 kişi dönüşümlü kullanacakmışız sonra yatak tamamen bana kalacakmış.

    yemek yerken mini dedenin tuvalete girdiğini duydum. tam bir dedeydi deliğin tam ortasına işiyor bütün evi inletiyordu. ardından kesik bir öksürük ve sert bir balgam sesi ve dede tuvaletten çıkmıştı. "gel ali rıza dayı, gel pilav ye" diye çağırdı annem. kafasında fötr ile geldi masaya oturdu ali rıza dede. onun köyden getirdiği bulgurun pilavını köy ekmeği ve soğanla yiyorduk... "sen büyümüşsün umud" "evet ali rıza dede büyüdüm 22 yaşındayım" "küçükken köye gelmiştin hatırladın mı? illa ki ali rıza dede bana elma soysun diye tutturmuştun","hatırlamadım dede ama hatırlar gibiyim","uzamışsın sen çok. anangilin tarafına çekmişsin belli","evet dede uzadım. anamgil genleri evet" ... nrmal, sıkıcı bir akraba diyaloguydu. ıslak ıslak öptü beni minik adam. sonra hep berabe pilay yedik, herkes köyden bahsediyordu. yerelden kaçalım derken elimizdeki istanbul'u da tamamen kaybetmiştik, evimiz adeta sivas'tı. sıkıcı muhabbetteb kurtulmak için televizyona yönelmiştim. kanallar arasında gezinirken televizyonda pulp fiction'a denk geldim. filme dalmışken ali rıza dede birden televizyona bakıp "aha bizim oralar!" dedi. dede gidikti belli. quentin tarantino filminin sivas'ta geçtiğini sanıoyrdu. ses etmedim. ısrarla sürdürdü "pek gelişmiş amerika. ben gittiğimde hep düzlüktü" dedi. "dede sen amerika'ya mı gittim" dedim dinlemeden ekrana uzun uzun baktı. "kim bu pehlevan?" diye bana sordu, "john travolta" dedim, travolta'ya uzun uzun bakıp iç çekerek kafasını salladı. bizim oraların palavracılığını bildiğim için babama baktım. meğerse ali rıza dede haklıymış. eskiden elazığ harput'tan bi sürü insan amerika'ya gidermiş. ali rıza dede de gidenlerin arasındaymış. amerika'ya gidip bir yıl durmuş beğenmemiş amerika'yı geri sivas'a gelmiş. babam anlattıkça ali rıza dede dudaklarını büzüyor "mmmhh yaşanmaz oralarda. suyu su değil" diyip duruyordu. "amerika'yı beğenmemek de nedir allah aşkına" diye veryansın ettim. ulan bizburada bir çıkış kapısı ararken bu kibir neydi böyle! sonra nasıl olduysa oldu, amerika muhabbetini kimse uzatmadı. bir yönetmenin elinde filme dönüşecek bu konuya ailemin bu kadar hızlı es geçip yeniden köyden ve boyu devrilesiceden, toprak alasıcadan devam ettirmesi karşısında şaşkınlığımı dizginleyemiyordum.

    akşam "ben dedemle yatıcam, sercan sizin aranızda yatsın" diyip dedeyle beraber arabalı yatağa girdim. bu mini ayaklar mini eller demek amerika görmüştü. dedeye gece boyunca amerika hakkında sorular sordum. şikag'da bir mezbahada çalıştığını öğrendim. çalışma şartlarının zorluğundan, patronların nefes aldırmadığından bahsetti. "dede ama kalsaydın belki de sercan'ın hayatı böyle olmayacaktı. daha mı iyi oldu yani şimdi şu çocuğun hayatı" dedim. yarış bayraklı nevresimi kafasına doğru çekerken "akıllı olana her yer amerika" dedi ve uyudu.

    -dünyadan kaçma planları.
    not: alıntıdır.
    kaynak: http://eksisozluk.com/entry/33467313
    --spoiler--
    6 ...
  28. 891.
  29. karikatürleri kadar benim de söyleyeceklerim var köşesindeki yazılarıyla da güldüren karikatüristtir. kıyafetlere bakış açısına aklıma geldikçe gülüyorum.

    --spoiler--
    "nereye oturalım" diye soruyorum."fark etmez" diyor sonra bir kafe gösteriyor. hesabı görünce "babayarrroooo" diye bağırmanın elde olmadığı lüks bir kafe.

    son buluşmada böyle harcamalara ne gerek var anlamıyorum, herşeyden önce yediğimizden içtiğimizden birşey anlamayacağız ki...yine de giriyoruz. o bir kahve söylüyor yanında browni, küçük çay yokmuş ben de bir kahve istiyorum. daha önce yüzlerce kez konuşulan şeyleri bir daha konuşmaya başlıyoruz.artık ben de inanmıyorum söylediğim yalanlara. eskiden kendi yalanıma inanıp, gözlerim yaşarıyordu. "bu topraklar böyle bir sevda görmedi be" diye düşünürdüm. anlatıyor. pek dinlemiyorum. gözüm tişörtüne takılıyor. ne lan bu? üstümü örtmesi için pamuk ve polyesterle dokunmuş bir kumaş. tasarlamış biri onu. kafamı çıkarayım diye delik yapmış üst tarafına, kollarımı çıkarmam için de iki küçük delik de yana açmış.şimdi ben kafamı bir eşyanın deliğinden çıkarıp nasıl çok ciddi şeyler anlatayım birisine.tosbağa mıyım lan ben.bu ne rezilliktir ya rabbi. o bir delikten kafasını çıkarmış beni yargılıyor, ben öbür delikten kafamı çıkarıp onaylıyorum, "aslında sen de haklısın" diyorum. hala inanmıyorum böyle yaptığımıza...

    sokaktan bir motor geçiyor gürültüden, söylediği çok önemli cümlenin sonunu duyamıyorum. bakakalıyorum giden motorun arkasından. "taşıt ne yaa?" diye düşünüyorum. bütün canlılar gibi insanda kendi özgücüyle bir yerden bir yere ayaklarıyla giderken nasıl oldu da taşıta geçmeye karar verdi anlamıyorum. yani o geçiş dönemi nasıl oldu? kendisi çeşitli ihtiyaçları olan bir canlıyken,tıpkı kendisi gibi yemek,içmek,üremek,barınmak vesaire... bilimum ihtiyaçları olan at'ı gördü,"ben buna bineyim de şuraya gideyim" diye nasıl düşündü,bunu nasıl bir mantığa oturttu anlamıyorum.bir canlı başka bir canlıya biniyor ve kimse bunu kimse yadırgamıyor. allah aşkına söyleyin neresi normal bunun. at da nefes alıyor ben de ama ben ona şu anda biniyorum.peki ya atın buna hemen ikna olmasına ne demeli? iki arpaya g.tünü verir bu! bana bundan sonra kimse "at" demesin, at övmesin.

    insanın da bu at hususunda hiç ayılmaması, utanıp " lan ne işin var canlının üstünde salayım gitsin canlıyı, ayıptır" dememesi, bu durumu normalleştirmesi de ayrı rezillik. zaten herşeyi normalleştiriyor g.tune koyduğumun insanları. kumaştan kafayı çıkar normal, hayvana bin normal. bu arada bülent ortaçgil de "normal" ile "anormal" arasındaki kafiye uyumunun mal bulmuş gibi bulunca sevinip "normal...normal...peki beeeeeen miyim anormallll?" diye şarkı yaptığında ne sevinmiştir di mi sevgili okurlar? çıplak ayaklarımı birbirine vurup, ayaklarıyla alkış tutarak çok aşırı sevinmiş olabilir bu bu kafiyeleri bulduğunda. bilmem, ilgilenemem de...
    --spoiler--
    4 ...
  30. 890.
  31. "En sonunda gerçeği kabul etmeye karar verdim. Ben diğer insanlar gibi yaşamımı, hayata bakış açımı Jim Morrison, John Lennon ya da Dostoyevski'yle özdeşleştiremiyor, kendimi onlar gibi göremiyordum. Ben ne yazık ki köşedeki sokaktaki, BiM marketiydim."
    6 ...
  32. 889.
  33. bir saheseri de sudur :

    sokakta 3 genc sohbet etmektedir...

    -abi isvicrede 1 erkege 4 kiz dusuyomus...
    -olm kizlar teklif ediyormus orda...
    -lan bizim bi arkadasla kizin babasi kavga etmis "niye benim kizimi skmedin" diye...

    bu esnada sagdan sarisin , acik renk gozlu birisi , elinde sopayla kosarak gelir :

    -bizim de anamiz bacimiz var ulan , ayiptir be!
    -kacin lan isvicre kultur atesesi geliyo
    -ehehe mehehe
    8 ...
  34. 888.
  35. (img:#412979)

    bunu çizen bir adam benim için, bizim için her zaman kraldır...
    10 ...
  36. 887.
  37. bu sefer güldürmedi.

    (img:#464160)
    9 ...
  38. 886.
  39. 885.
  40. her zaman tespitin dibine dibine vuran karikatüristtir.
    0 ...
  41. 884.
  42. bir evde gündüz ışık yanıyorsa o evde mutsuzluk vardır.
    3 ...
  43. 883.
  44. çizgi ve fikir anlamında hayran kalınası karikatürist. adam aklına geldi mi hemen resmediyor.
    1 ...
  45. 882.
  46. ankara kitap fuari'nda * dalgindi sanirsam. imza alirken "x" e dedim. "x" mi dedi? sasirdi, sok oldu, mutsuz oldu sanki. uzuldum ama oyle guzel bir kafa cizdi ki -imzasiydi- baktikca keyifleniyorum.
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük