bugün

Arabadakiler ismail alpen ve kankasi serkan inciydi. Ismail napiyorsun dedim. Uyandigimi gorunce serkana dönüp arkadas düzeldi dedi ve sonra ...
Bekir abi aslında mit ajanıydı. Ekşi sözlük'te planlanan şeyleri ifşa etmek adına bu yolu seçmişti.
Bekir kim ajan olmak kim... Bekir aslında mülayim adamdı, çalışkandı da. Öğretmen olup atanamayınca, mite kapak atmıştı.
"Bir çiçek yılı sonra diye bağırdı" nerdesin dedi. Seni en son burada bırakmıştım? Bıçağı kalbine dayadı, "yoksa burda mısın"
sonra bekir dedi ki, ulan ne boş beleş adamım...
bunun üzerine imam hatipler kapatıldı.
fakat imamlar içerde unutulduğu için tekrar açıldı.
dedi ateist imam.
yere düşüp dağılmış kitaplarını topluyordu ve amcası içeriye girip ona yardım etmek için yanına eğildi ve ardından göz göze geldiler, bir anda amcasının gözlerinde babasını görüp irkildi, ardından kendini geri çekti ve anlamsız hareketler yaparak odadan uzaklaştı.
bekir fetö soruşturmasından dolayı içeri alındı. gittiği yeni dünyaya da lanet okudu.
bekir konuşmaya başlayınca karşısındaki adeta ezdi geçti. sözleriyle dövdü resmen kadını. bekirin konuşmalarından çok etkilenen fadime ise ağlamaya başladı. fadime bekirle konuştuktan sonra yurtdışına kaçacaktır. yıllar sonra yurtdışında bekir ile fadime tekrar karşılaşır.
şimdi ne olacaktı? Aklından garip fikirler geçiyordu. "Neyse!" dedi ve yatmak için odasına girdi.

Yarın sabah uyandığında yatağın kenarında bir malafat gördü. "Allah! Bismillah!" dedi. Tamı tamına 25 cm. uzunluğundaydı. "Bu nedir ya?" dedi ve kendinden geçti.
ilham perim nerdesine kalsa bekir salya sümük sümsük gibi sürekli ağlıycak orasından. Burasından ya yaş ya kelime dökülecek bu nebiçim hikaye böyle .. hastamısın nesin bana söyle.
Ayıldığında kendini başka bir yerde buldu. Soğuk, karanlık ve ürpertici bir yer idi ...
bir an, bunun bir kabus olup olmadığını düşündü...
Südyenin sıktığı kopçayı merdivenlerde çözüp özgürce üçüncü kata çıktım. Topuklularımı elime alıp yalınayak, yaklaşık bir yıldır silinmeyen bu merdivenleri ayaklarımla sildim. Kısa saçlarımın gölgesinin düştüğü duvarda evimin kapısını bulmaya çalışırken aynı kattan gelen inleme seslerine aldırış etmemeye çalıştım; aylardır kadınlık hormonlarıma gerçek manada dokunulmuyordu. Boş sigara paketleri, bir kutu prezervatif, bir Hakan Günday kitabının ardından elimle cüzdanım nihayet kavuştu. içerideydim, mabedimde. Koltuğuma uzandım, parfüm ve sigara kokan tenimde akşamdan kalmanın verdiği güzel izler vardı. Boynumdaki morluğun sebebini sabah anlayacaktım. Bir sigara aldım paketten. Yakmakla yakmamak arasında gidip gelirken zaten yaksam da tersten yanacak olan dalla beraber Edith Piaf dinlerken uyuyakaldım.
Kargalar bokunu yememişken pazar sabahı bu saatte arayan o orospu çocuğundan başka biri olamazdı. Bana gelecekti. Gelirken fırında peynirli yerine susamlı poğaça bulduğunu, şimdiden onu affetmemi istediğini söyledi. Mantarlı poğaça bulmadan gelme diyerek kapattım. Sakalları, saçları ve en sağlam lezbiyeni bile baştan çıkartacak kokusuyla karşımda gülüyordu. Abartı giyinmezdi, grup tişörtleri, kotları ve koyu gözleriyle ne zaman görsem kalbim orgazm olurkenki kalp atışlarımdan daha hızlı atıyordu. Aşık değildim. Hastasıydım. Fırın poşetleri ve anlamlandıramadığım bir kutuyu iki gece öncesinden kalan rakı masasına koydu. Klimayı açmak istedi, bozuktu. Bu ay tüm faturalar buzdolabına sikik mıknatıslar tarafından yapıştırılmıştı; elektrik faturası da sevdaya dahil. “Sikeyim.” dedi. “Galata çok sıcak, sikeyim!”
Fly me to the moon çalarken hiçbir şey keyfimi kaçıramazdı. Dinlemedim küfürlerini, pencereden bakıyordum. Kumral uzun saçlı çocuğu kesiyordum. Benim fahişeliğim bedenimde, orospuluğum zihnimdeydi. “Uzun zamandan sonra sağlam bir iş buldum. Senin çalışmana gerek yok artık, kıyamıyorum sana, yoruluyorsun.” dedi. Senden habersiz inlediğim bedenler altında tabii ki yoruluyordum sevgilim. Kendimi affetmek için onu ayağa kalkıp öptüm. Aylardır görmemiş gibi. Ayrı geçirmek zorunda kaldığımız yaz tatillerinden sonraki beni otogardan alışında öptüğüm gibi. Ben kendimi öpüyordum. Ben kendimi özlemiştim çünkü. Bundan başka özlem tefarrurattı. Soğuyan poğaçaları, biraz peyniri ve kocaman bir kupa çayı yatağın yanındaki komidinin üzerine koydu. Seviştik ve yorulduk. Küllük yaptığım makyaj çantamdan bir ayna alıp boynuma baktım. Acaba görmüş müydü? Boynuma geçirilen bir elin beş parmağını daha net kavrıyordum. işim kolaydı, biraz fondöten. Saçlarımdan öptü, kapıyı kapattı ve siktir olup gitti.
Halkalı çöplüğünden beter bu evde, kalbi bir prezervatif inceliğindeki bu adamdan aşk istiyordum. Orospular sevemezdi Veronika! Toparladım etrafı biraz. Eski bir kutu buldum yatağımın altında. Büyüdüğüm semtteki yıkılan o evden sağlam çıkan tek eşyam. Anne ve babamın ölümünü hatırlatan o kutu. En ufak bir sarsıntıya daha fazla dayanamayıp yıkılan o ev. Zihnimle beraber midem de bulandı. Tek damla gözyaşı düşmedi zemine. Ağlamayı altı yaşındayken tecavüze uğradığım gece unutmuştum. Ağlamadım. Kutunun üstündeki tozları ellerimle sildim. Çiçek deseni kaplı, on yedi yaşlarımda yazılarımı yazdığım, arka sayfaları kurutulmuş çiçeklerle dolu bir defter. Hissizdim. ilk aşklarımı, ilk hayal kırıklıklarımı çocuk aklımla yazdığım yazılar. Bir adam için “sen benim hayatımın çıkan südyen askısı, dolaba konmayı unutulduğu için buharlaşmaya yüz tutan birasıydın, öyle de iğrençtin” demişim. Salonun ortasında kahkaha attım. Dark Side of The Moon albümünün posteri de benimle birlikte kahkaha attı. Morrissey’in gençliği o kadar güldü ki elindeki gitarı Tom Waits’in biblosunda kırdı. Bir telefon numarası yazılıydı küçük bir kağıtta. isimsiz idi. Aradım, yıllar sonra çalıyor olması bile bir mucizeydi. Açmadı. Ben de üstelemedim. Açılsaydı eski bir dostla buluşup bir şeyler içecektim. Kutuyu ve beraberinde defteri bir daha hiç açmamak üzere yerine koydum. işlerimi bitirmiştim. Kitabımı ve buz gibi biramı alıp ayaklarımı kedimin yattığı yere doğru uzattım. istiklal’in sesi kulaklarımı neşelendiriyordu. Hayatımın esas oğlanıyla da o kalabalıkta tanışmıştım. O caddede insanlar asla susmazdı. içerdi birileri tenha sokaklarında, birileri birilerinin derdini dinlerdi anlıyormuş gibi yaparak, kimse kimseye yardım edemezdi bu dünyada. Bir trans tacize uğrardı, bir kadının çantası çalınırdı. Bir sokak sanatçısı eve dönüş parasını toparlamaya çalışırdı. Ben kalabalıktan hiç korkmazdım. Benim korktuğum ıssız bir istiklal olurdu. Bir günü daha akşam eyledim. Bir kadının daha ömründen bir gün gitti. Bir fahişe daha orgazm taklidi yaparak parasını aldığı otel odasından ayrıldı. Bir trafik daha kornalar eşliğinde açıldı. Orospu çocuğu istanbul!
Her şeyden habersiz ve saf sevgilimden gizli gittim yine, aşinası olduğum, pisliğin ve uyuşturucunun kol gezdiği o bara. Kel kafası, ön iki altın dişi, sevimsiz bir çocuk kadar itici gülüşüyle yanında birkaç fahişe ile oturuyordu. Ayaklarımın geri adımlar attığı anda sol omzumda ölü bir bedenin bile veremeyeceği bir güç hissettim, adamlarından biriydi. Ayağa kalktı salyalarını siktiğim, büyük bir iştahla öptü beni. Geri çekildim ve karşılık vermedim. Yanındaki sandalyeye oturdum. Bir daha bu sikik yere gelmeyeceğime yemin ettim. işi bırakacağımı, sevgilimin orospuluk değil de başka bir işte çalıştığımı sandığı işi bırakmak zorundaydım, düzenli bir hayatım olacağını söylemeye karar vermiştim. Alnımdaki terler tüm makyajımı silmişti.
“Artık seninle çalışmayacağım.”
“Siktir oradan orospu!”
“Çalışmayacağım işte, kararım kesin.”
“Seni öldürtürüm, kimsenin ruhu duymaz.”
“Bu yapacağın şey bir iyilik olur!”
Hızla çıktım kapıdan, kaçarcasına. Korkularımdan, hayallerimden, altın iki dişten, ölümden.
Telefonum ısrarla çalıyor, ben ısrarla duymuyordum. Deniz kenarında tanıdık bir mekan vardı. Şuanda güvende hissedebileceğim tek yer annemin rahmi olurdu, fakat sahile inip o anaç kadını bulmam lazımdı. Telefonu kapattım. Müzikçalardan One More Cup off Coffoe açtım ve hızlı bir biçimde yürümeye devam ettim. Taksi mesafesi 8 dakikayken ben 5 dakikada kapıdan içeri girdim. Sonra tüm taksicilerden nefret ettim.
Düzenli ilişkim ona göre yalandan, kanımca ise fazla düzenden dolayı artık sona ermişti. Monotonluk, aynı ses tonu, aynı yüz. Sıkılmıştım ben. Bir adama ait olamıyordum eskisi gibi. Benim esas oğlanım yıllar önce beni terk etmişti. Geçen vakitten pişman değildim, dostane bir biçimde her şeye son verdik. Eşyalarını evimden toplaması iki günü buldu. Birkaç eşyasını küçük beynince bana acı çektirmek için bırakmıştı. Ertesi gün götünü topladım, kalan son eşyalarını da ben çöpe attım. Bu böyleydi. Çok sevilmelerin kadını değildim ben. Fazla ilgi ve şevkatte boğuluyordum. ilgisizlik ve sevgisizlikte ise ölüyordum. Kaçışım yoktu; tek başıma eski bir evde sonsuzluğa uğurlayacaktım kendimi. Olsundu. O bela herif ne peşime düştü, ne de beni öldürttü. Benim gibi onlarca orospusu vardı yanında. Bir Veronika ona bir şey kaybettirmezdi. Zaman geçti. Dostumun yanında çalışmaya başladım. Okuduğum turizm ve otelcilik lisesinin bir faydası olmuş, sektörü bildiğimden kısa zamanda kafede uyum sağlamıştım. Benim hayalimdi kendi pastalarımı ve keklerimi satabileceğim, en güzel şarapları yıllandırıp insanları sarhoş edebileceğim bir mekan açmak. 60’ların müzikleri çalacaktı. Klasik mobilyalar, gramofonlar, plaklar ve karanfil dolu saksılar. Bugün iki saat erken uyandım mesaimin başladığı saatten. Kafeyi ben açacaktım. Evimle işim arası bir saatlik mesafeydi. Bu saatlerde ve özellikle cumartesi günü kimse dışarıda kolay kolay olmazken köprü hınca hınç ve bana özel doluydu. Trafik açıldı, kornayla ettiğim küfürler bitti derken arabayı parketmeye koyuldum. Kaldırıma sıfır parketmiş ve hava bu kadar güzelken bir fren sesi duydum. “Güm!” Arkamı dönüp arabama baktım. Orospu çocuğu!
“Ne yapıyorsun yahu sen, bir jeep olmasa da arada 30 metre varken bile görünebilecek bir arabam var. Bekle ulan, rapor tutacağım.”
“Veronika?”
“Hassiktir!”
Hatırlıyordum kokusunu, ses tonunu ve saçlarını. Hatta parmaklarından tanıdım. Elleri aynıydı, daha da güzelleşmişti sadece. Tepki veremedim. Ben bu hasta adamı sevdim. Sabah kavga ettiğim kişiğine küfredip, gece başka bir kişiliğiyle sevişiyordum. Buhranlı bir gece elimden tutup uçuruma oturttu beni. Başını omzuma yasladı. Ağladı ve anlattı. Tanrı kıskandı. Mikail bir hortum yarattı. isa onu yaktı, küllerini avcuma bıraktı. Tanrı tebessüm etti. Ben kahkaha attım. Tanrıya eyvallahım kalmadı. Bir daha da aşık olmadım!
Ruhumun acıdan kavrulduğu bir gecede terk etmişti beni kule dibindeki evimin üçüncü katında. Kanserdi, ruh kanseri. Koleksiyon yaptığı clipper çakmaklarından biriyle, yatağımızda aldattığımız adamın şeferine birer sigara yakmıştık kumral bir pezevenkle. Çakmağını mı sakındı adamdan, yoksa vücudumu mu, anlayamadım. O gece yanan küller de uçup gitti, galatanın en tepesine kondu. Yok olduk o gecenin koyusunda. Aylar geçmişti, türlü senaryolar yazdım kafamda. Öldürmüştüm onu. Belki de şantiye işçilerini kurtarmak için hemşirelik yaptığı o ambulansın altında kalmıştı. Ya da sıkmıştı kendi kafasına. Benim tanıdığım adam, boynundaki dövmenin tam ortasından geçirirdi kurşunu. 5 yıl sonra bir kasko şirketinin 3.katına çıkmak için aynı asansöre binmiştik. Giyiminden yıllar önce de ödün vermeyen adam, şuan aşık olduğum ilk günki haliyle asansördeki insanları oyalamak için çalınan saçma pop müziğine içinden küfür ediyordu, duyuyordum. Kokusu beni geçmişime götürmeye yetiyordu. Ondan öncem yokmuş gibiydi, hatırlamıyordum. Tüm kötü anılarım, onun dudaklarıyla silinmişti. Tüm yaralarımı öperek iyileştirmişti. Saçlarımı severek beni uyutabilen tek adam babamdı. O da öyle yapardı. Ben uyumuş gibi yapardım, onun uyumasını bekler, ona babam gibi sarılırdım. Silmiştim hafızamı. Ona çarpmıştım, klişe filmlerde olması gerekenin tam tersi olmuş, ben unutmuştum anılarımı, yaşantımı, tüm zevklerimi. “Sevecek miyim doktor bey?” Kınardım bir adam uğruna her şeyi siktir eden kadınları. insanlığa en has siktiri ben çekecektim, haberim yoktu. Hallettik ofisteki işlerimizi, her şey tatlıya bağlandı. Yetkili kişinin masasında heyecandan yediğim tırnaklarıma baktım. Çıktık salona, asansörü bekledik. Sıfırıncı kata indik. Çıkışa doğru yöneldik. Elimi uzattım. Dışarıdan, vedalaşan normal iki insan gibi görünsek de ben kendimi ona teslim etmek istiyordum. Al be oğlum, götür beni yeniden şimdi. Ben başka adamlarla sevişerek seni beş yıl bekledim, bırak artık dizinin dibinde yaşlanayım. içimden saymaya başladım, sekize kadar sayacaktım. Herhangi bir görüşme isteğinde bulunmazsa o gün onu görmemiş sayacak, tüm olanları unutacak, yeniden kurmaya çalıştığım hayatıma geri dönecektim. Gözlerine baktım ve saymaya başladım. Bir, iki. “Nereden başlayacağımı bilmiyorum veronika szpilman. Seni affedip affetmediğimi dahi bilmiyorum” Hala bana verdiği soyut soyadını taşıdığımı nereden biliyordu? Üç. “Seni uzun zaman önce unuttuğumu düşünerek döndüm şehre geçen yılbaşı. Her sene işledi içime yaptıkların, yaşlandırdı beni. Yüzünü unutmam 4 yılımı, saçlarını unutmam 40 yılımı aldı.” Dört, beş. “Ben yarım bir adam oldum hep, elveda bile demeden çektim gittim o evden. Gidilmeliydi çünkü. Şuan da gitmek istiyorum yanından. Siktir olup gitmek.” Altı ve yedi. “Sigaran var mı, hadi gidip bir yerlere bir şeyler içelim. Sana anlatmam gereken çok şey birikti. Araban otoparkta kalsın, benimkiyle gidelim. Sevdiğin müziklerle dolu kasedi hala atmadım. Hatta Galata Köprüsü’nden geçelim.” Eskiden ağzımızda birer sigara, el ele geçerdik o köprüden.
Eddie Vedder eşliğinde ve küfürlerimiz dahilinde köprüden geçtik. Değişmiyor amına koduğumun mavi boyalı köprüsü. “Bıraktığım gibisiniz” dedi, “sen ve galata.” “anlat ulan!” dedim biraz yüksek sesle ve gülerek. “Anlat orospu çocuğu, nerelerdeydin? Yaşadın birkaç yıl bensiz. Kitabını çıkartmış mıydın?” diye geçirdim içimden. “Kaşındaki yara izinden tanıdım seni Veronika, onu hiç unutmadım.” dedi büyük bir ciddiyetle. Yıllar sonra karşılaştığım eski bir dostun samimiyetsiz konuşmasına benzeyecek sandım muhabbeti. “Sadece izimi unutmamış olduğuna emin misin” diye haykırdım tekrar içime. “Eksik olan kaşım, benim tamamlayıcı yanım oldu. Estetikle, ameliyatla düzeltilebileceğini söyledi çok insan. Samimiyetsiz piçler! Siz kimsiniz beni var eden en karakteristik özelliğimi benden çalıyorsunuz.” Gülüştük. Arabayı köprünün üstüne park etmiştik. Sıkça gittiğimiz bir mekan vardı ara sokakların birinde galataya çıkarken. Girdik içer. Biralarımız kahkahalarımıza, sigaralarımız hüznümüze karıştı. Boynumdaki dövmeye baktı. Ondakinin aynısı. Birebir. Anlamına kadar. Öptü, sarhoşluğuna verdim. Ayağa kaldırdı beni, dans ettik sabahın 3’üne kadar. Sarıldı defalarca. Kanser olduğum için sol göğsümün alındığını sarılırken fark etmeyecek kadar sarhoştu sanırsam. Gün içinde dostum beni hiç aramamıştı. Bir mesajla halloldu hepsi sonra. Ben hep kontrollüydüm. Her şey benim elimdeydi. Orospuluk günlerinden kalma alışkanlık. Sarhoş olmamıştım. Sahneye bir grup çıktı sabaha karşı. Aşinaydık ikimiz de seslerine, yüzlerini garipsedik. “Bir siyah beyaz fotoğrafım ben, tozlu raflardayım eski albümlerde.” Bağırarak eşlik etti tüm insanlık. “Yağmurlu günlerde alçak gönüllü bir su birikintisiyim!” ağlıyordum hıçkırarak, uzun zamandan sonra ilk kez. Alışık olmadığımdan gözyaşlarımı içime akıttım. Südyenimden kalbime girdiler. Gitmeliydik artık. Hala zayıftı. Elini attım omzuma, bana yaslanmasına izin verdim. Taşıdım arabasına kadar. Arka koltuğa uzandı boylu boyunca. Uyudu. Eve gitmedim. Beşiktaş Sahili’ne çektim arabayı. Ben, beni hasta eden adamın artık tedavisi altındaydım. Doktoruna aşık olan küçük kız çocuğu gibiydim. Özlemiştim ruhuma üfleyip beni yaşadığım onca travma sonrası yeniden yaratan adamı. Sabahladık denize karşı. Uyuyakalırken arabanın radyosunda “Breathe” çalıyordu. “Run rabbit run!”
Gözlerimi açtığımda kendimi koltuğumda uyuyor buldum. Evimi hala unutmamış olsa gerek. Masanın üstündeki saate baktım. Gece yarısına yaklaşıyordu vakit. Kahvaltı mı yapmalıydım yoksa akşam yemeği mi hazırlamalıydım. Odalara baktım tek tek. Kimse yoktu. Ona dair bir eşya da yoktu. Gitmiş olacağına inanmak istemiyordum. Ben terk ederdim ya da aldatırdım. Kimse beni terk edemezdi. Tek gecelik bir mutluluk muydu bu? Kedimin aç karnını doyururken dışarıdan bir ses geldi. Pencereye çıktım. Yılın sonlarına geldiğimizi unutmuştum. Yılbaşı kutlamalarıydı bunlar. Son iki saat kalmıştı bir sonraki yıla. Acılarım her sene yediye katlanıyordu. Ruh yaşım köklü bir çınarınkine denkti. insanlar dışarıda dans edip şarkı söylüyordu. En beyefendileri bira içiyor, yanındaki orospular kendini şaraba teslim ediyordu. Ben neden evdeydim? Hazırlanmadan çıktım evden, indim merdivenleri ikişer ikişer. Yine de güzeldim. Tanıdık yüzlerdi çoğu, oturdum yanlarına. Şaraplarına ortak oldum. Sigaramı evde unutmuştum. Tekelden bir sigara almak için kalktım ayağa. “Bir camel soft, lütfen.” Kapıdan çıkarken burnuma tanıdık bir koku geldi. Oydu. Tabii ki beni terk edemezdi tekrar kolay kolay. Eski günlerden kalan bir bakış attım. Her şeyi birkaç saniyede anlatabildiğim bir bakış. Açıklama yapmak zorundaymış gibi hissetti kendini. Hazırlandı bir şeyler söylemeye. “Erkenden çıktım evden, uyandırıldığında ne kadar sinirli olduğunu bildiğimden dokunmadım sana. Biraz şehri dolaştım. Eskiden gittiğimiz tüm deniz kenarlarını tek tek dolaştım, her yere yazılar yazdım. Şehri baştan aşağı senin hikayenle donattım. Tüm şehir senin kısacık saçlarının koktuğu gibi, sigara ve şampuan koktu. Korkaklığımı, senden hep kaçtığımı fısıldadım martılara. Onlar da küfretti bana.” Hissiz bir şekilde baktım yüzüne. Sarılmak istedim. insanlar yeni bir yıla girerken sarılır, öpüşür, gülüşür ve eğlenirler. Bu gece böyle olmalıydı diye düşündüm. Sarıldım. Ayrıldık. “Bir yetmişlik yeni rakı lütfen, biraz da tuzlu fıstık. Bu mevsimde kavun yoktur ama arka caddede harika bir şarküteri keşfettim, peynirlerimizi alalım. Hala o mezenin nasıl yapıldığını unutmamışsındır umarım.” Bipolar manik depresifi olan bir adama göre fazla plansal ilerliyordu hayatı. Ben susardım, o plan yapardı. Planları sevmezdim. Evimin duvarında en sevdiğim kitaptan bir alıntı bile yazılıydı. “There is no plan! That’s the fuckin’ plan!” Elimizde poşetler evimin kapısını açtım, masayı hazırladık. Her şey o kadar mükemmeldi ki yaşananları unutmuş iki ruh, normal bir çift gibi mutfakta eğlenerek yiyecek bir şeyler hazırlıyordu. Öyle süslü cümlelere gerek yoktu. Özlemiştim! Bu eve ilk taşındığımda kolilerin üzerine gazete sererek çilingir sofrası hazırlayan bir kadındım. Balkonun ortasında, masanın yanında diz çöktü. Elimdeki tabakları masaya koydum ve söyleyeceklerini dinledim. Şişeyi açtı, görünürlerde yüzük yoktu. Kapağı gösterdi bana. “Evlensene la benimle?” dedi. “Evlenmeyenin amına koyım!” diyerek sarıldım boynuna. Veronika gülmek istiyordu artık. O zaman da bardağımı bardağıyla tokuşturan adam, şuanda da aynısını yapıyor, bana gülümsüyordu. “Şerefe amına koyım. Behzat amirim, senin de şerefine!”
Ve Kara kara düşünmeye başladı ...
sol frame'deki "şu an evimizin içinde cin olma ihtimali" başlığını gördü ve birdenbire tedirgin oldu.
başlığı görünce aklına çocukken yaşadığı o enteresan olay geldi. yutkundu ve geçmişe döndü.
çocukken gittiği cemaat evinde badelenmişti. bunu hiç unutamamıştı.
Şamil sabah kalktığında başında keskin bir ağrı hissetti. Şüphesiz akşam içtiği biralarin etkisi bunda büyüktü. Yorganı kaldırınca bir şeylerin eksik olduğunu fark etti.
sonra zenciler derken amerika atom bombası attı.
bana inanmalıydım azizem hisli biri. gözyaşlarına dokunmak istedim kaç kere, kaç kere uzattı elimi ama hep havada kaldı.
inan bu son olmayacak hisli kız bu kez yeniden başlıyoruz.
seni seviyorum hislibiri.
Çünkü, o da öğrenmişti artık insanlara güvenmemesi gerektiğini.
o sırada uşak deri kıyafetleri ile kahve servisine başlamıştı.
güncel Önemli Başlıklar