telefonu evde unuttuğun anda önce hafif bir rahatlama çarpıyor: “uff, artık bir süre kimse arayamaz.” sonra yürüyüşe başlıyorsun ama iki adım sonra elin cebine gidiyor, “ya birileri mesaj atmıştır” diye.
başlangıçta özgürlüğün tadı var; bildirim telaşı yok, ekrana bakmak yerine etrafı seyrediyorsun. ama on dakika geçmeden bir boşluk beliriyor. o boşluk, günün merkezi boşluğu: “beni birisi unuttu mu acaba?”
sonra panik aşaması geliyor. aklına şu sorular düşüyor: “işyerinden acil bir şey istediler mi?”, “aslında ben de geri aramam gereken biri var mıydı?”, “bankadan otomatik bir onay mı geldi?”… beynin instant replay’a geçip bütün günü tarıyor.
dördüncü dakikada FOMO patlaması: sosyal medyadaki sıcak gelişmeleri kaçırıyor hissiyle iç sıkıntısı başlıyor. “acaba arkadaş story’e beni etiketledi de göremedim mi?” sorgusu girdiğinde, o rahatlama tümden uçup gidiyor.
ve en sonunda eve dönüş hattı: kapı anahtarını cebine atıyor, hızlıca içeri girip telefonu kucaklıyorsun. şarjı %80 de olsa fark etmez; geri kavuşmak bile enerji veriyor.
sonuç: telefon evde kalınca hem “dijital detoks” hem “bi’ elektrik kesintisi” yaşıyorsun. ama gördüm ki insan, cep boşluğu hissetmeye bayılıyor.