tanrı insanoğluna bir şans vermek istemiş. ona kendisi ile ilgili şeyleri sadece cennet ahvali içinde düşünmeyi/merak etmeyi, kendisi ile ilgili sorular sormayı, yargılamayı, nedenlerini araştırmayı men ettiği için, sorgusuz itaat etmeyi şart koştuğu için, bir iyilikte bulunmak, bir hak tanımak istemiş. bunca yasakların içinde ona en azından bir soru hakkı vermeliyim; onu kendime yakın hissettirmeliyim demiş. ve çağırmış yanına:
- ey adem, cennetteki tüm yasaklarım senin iyiliğin için, bunu bilmektesin, değil mi?
adem şaşkın ve yarı kafası karışık, tanrı'yı gücendirmemek ve hiddetlendirmemek namına yarı aceleci tavır ile cevabı düşünce imbiğinden geçirmeden söyleyivermiş:
+ elbette kıymetlimiz. sizin yaptıklarınıza sual olunur mu hiç?!..
- güzel adem. sen bu işi kavradın. bak ne diyeceğim sana. haydi bana bir soru sor. öyle bir soru olsun ki, bunca men edilmenin, bunca sorgusuzluğun tümünün yanıtını almış ol benden.
ademin o güzel, o büyülü yüzünde nurlar daha bir pür oluvermiş. gözlerinin için şenlenivermiş, vücuduna ayrı bir devinim, ruhuna ayrı bir ferahlık gelmiş. düşünmüş adem, düşünmüş. ne sorsam, tüm soru işaretlerin yanıtını alabilirim diye... düşünmüş... ve bulmuş:
+ kendini yeryüzünde hissettirmek için hakk'ın kelamıdır diye kitaplar çıkmasına izin vermeyecek, insanları kutuplaştırmayacak, kafaları bulandırmayacak, insan olduklarını unutturmayacaksın, değil mi?
***
ve tanrı insanoğluna verdiği zekanın ve aklın farkında olmadığını görerek içerlemiş, soruya yanıt bulamamış...