mona roza, siyah güller, ak güller
geyvenin gülleri ve beyaz yatak
kanadı kırık kuş merhamet ister
ah, senin yüzünden kana batacak
mona roza siyah güller, ak güller. sezai karakoç
güvenmek diye birşey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş korkular
dolaşır
bense korkumu ölümümün altına sakladım
hep
korkumun kokusunu aldılar
kaçtım kovaladılar
iki karanlık orman birbirine güvense ne olur
güvenmese
sevmek diye birşey yoktur aslında
dillerin ve yüzlerin altında başıboş yalnızlıklar
dolaşır .*
kimi sevsem sensin, hayret
sevgin hepsini nasıl değiştiriyor
gözleri maviyken yaprak yeşili
senin sesinle konuşuyor elbet
yarım bakışları o kadar tehlikeli
senin sigaranı senin gibi içiyor
kimi sevsem sensin, hayret
senden nedense vazgeçilemiyor
her şeyi terk ettim, ne aşk ne şehvet
sarışın başladığım esmer bitiyor
anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli
dudakları keskin kırmızı jilet
bir belaya çattık, nasıl bitirmeli
gitar kımıldadı mı zaman deliniyor
kimi sevsem sensin, hayret
kapıların kapalı girilemiyor
kimi sevsem sensin, senden ibaret
hepsini senin adınla çağırıyorum
arkamdan şımarık gülüşüyorlar
getirdikleri yağmur, sende unuttuğum
hani o sımsıcak iri çekirdekli
senin gibi vahşi öpüşüyorlar
kimi sevsem sensin, hayret
in misin cin misin anlamıyorum
buluşmalarımızın her anını, tanrıyı görmüşcesine kutlardık.
yeryüzünde yalnızca biz vardık.
bir kuştan daha cesur ve hafiftin.
bir sersem hayalet gibi,
merdivenleri uçarak yağmurlarla ıslanmış leylakların arasından,
aynanın ötesindeki ülkene götürürdün beni.
gece çöktüğünde bana mutluluk verirdi.
mihrabın kapıları açılırdı,
ışıldardı yavaşça yere uzanan çıplak bedenin.
ben uyanır, "tanrı seni kutsasın" derdim.
oysa bilirdim bunun ne kadar cüretkar ve manasız olduğunu,
hızlıca uykuya daldığın için.
kristal kürede çağlayan ırmaklar görürdüm,
dumanla taçlanmış tepeler ve ışıldayan denizler.
küreyi tutardın ellerinde ve uyurdun tahtında, huzur içinde.
ulu tanrım!
yalnızca benimdin.
uyanır, değiştirirdin sıradan ve fani sözlerimizi.
gırtlağım yeni bir güçle dolardı.
"sen" sözcüğüne yeni bir anlam verirdin,
"hükümdar" anlamına gelirdi artık.
her şey değişirdi, leğen, sürahi gibi sıradan şeyler bile.
aramıza uzanırken durmadan akan su,
sürüklenir giderdik karşımızda serap gibi duran mucize şehirlere.
yolumuz nanelerle döşeli olur, kuşlar eşlik ederdi bize.
balıklar akıntıya karşı yüzerdi, gökyüzü açılırken önümüzde.
kaderimiz takip ederdi bizi,
usturalı bir deli gibi"
sana uykular taşıyacağım deliksiz
süslü kahvaltılar gibi
kahvaltısız sabahlar
seni uyandırmanın en güzel yolunu bulup
kıyamayacağım uyandırmaya
kimse görmüş değil henüz
bir meleğin nasıl uyuduğunu ama
hala benzetiriz
bir meleği
bir güzelin uykusuna
ama sen melekler gibi uyuma
melekler gibi uyan
tam da çağla zamanında baharın
gözünün sürmesini yüreğime akıtman
bir uykunun en güzel yanı
seninle uyanmaktır
senden uzak bir uykuyla
kandıramıyorum hiçbir geceyi.
düz okuyamazsın beni
yan çevir
alfabeyi son harfinden öğrenmeye başladım
acelem vardı
çabuk büyümeliydim
düz anlayamazsın beni
yan çevir
koru kendinden dikenlerimi
bak ciğerlerim parçalanıyor
sigara içmekten
yine de kimseye harcatmam
bakire düşlerimi
düz çözemezsin beni
yan çevir
yan yatmış çünkü
hayatımın omurga kemiği
yine de binlerce yıldır
köksalmışım merkezine yerkürenin
hadi kolaysa
gel devir beni .
'aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim'demiş
William Saroyan.
hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
William,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.
mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.
ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların,ayyaşların,hapisane
kuşlarının,uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.
uludağdayım uludağda
kar'ı seyrediyorum kar'ı
donu çözülmüş buz gibi kar'ı
masamda sıcacık biram
hani ya rakım
herkes sky'n le kayıyor
benim sky'm kırık
ismim orhan veli kanık.
Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de
Bazıları seyrederken hayati en önden
Kendime bir sahne buldum oynadım
Öyle bir rol vermişler ki
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki, söz ver kendine;
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundan, anladım...
Keferinin kavlince, aklınca, dilince
hintliler "turkey" yer yılbaşlarında
türkler de hindi...
halbuki hindistan'ı da, türkiye'yi de yiyen aslında
kendileri...
hem yılbaşından yılbaşına da değil
allahın günü
bizim demreli niko, noel baba olalı beri...
en güzel günlerimin
üç melun adamı var
ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
en güzel günlerimin bu üç melun adamını
yer yer tırnaklarımla kazıdım
hatıralarımın camını
en güzel günlerimin
üç melun adamı var
biri sensin,
biri o,
biri ötekisi.
düşmanımdır ikisi
sana gelince.
yazıyorsun.
okuyorum.
kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa
insanın
bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum
ne yazık
ne kadar
beraber geçmiş günlerimiz var
senin
ve benim
en güzel günlerimiz.
kalbimin kanıyla götüreceğim
ebediyete
ben o günleri
sana gelince,sen o günleri
kendi oğluyla yatan
kızlarının körpe etini satan
bir ana gibi satıyorsun!
satıyorsun
günde on kaat,
bir çift rugan pabuç
sıcak bir döşek
ve üç yüz papellik rahat
için
en güzel günlerimin
üç melun adamı var
biri sensin,
biri o,
biri ötekisi.
kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi
sana gelince.
ne ben sezarım,
ne de sen brütüssün
ne ben sana kızarım
ne de zatın zahmet edip bana küssün
artık seninle biz
düşman bile değiliz.
bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
bak bu sensin çocuğum enine boyuna
bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
sabahlara kadar koynumda yatmışsın
bak bende yalan yok vallahi billahi
sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur
Güzel anılar biriktirdim senden,
Dudağıma solgun gülücükler getiren.
Özenle sakladım belleğimde,
Bir yığın oldu daha şimdiden.
Nasıl olsa bir sonu olacaktı bu aşkın
Bir gün apansız gerçekleşiveren.
Bir terazinin durgun pirinç kefesine
Pat diye inince kara kiloluk,
Nasıl kalkar havaya birdenbire
Boş kalan zavallı kefe.
Nasıl titreşir terazi uzun süre,
Denge sağlanıncaya kadar başka şeylerle.
Anılarla bozdum o dengeyi ben önce,
ikimiz için de yaptım bunu.
Yaşadığımız günlerden biriktirdim sessizce,
Bir kefede sana hiç sezdiremeden.
Koyabilirsin kara kiloyu artık,
Bak terazi nasıl kolay gelecek dengeye.
Mutluydum ben yine de kendimce.
Senin girdilerin, çıktılarım benim
Doğrusu uygundu birbirine,
Yan yana gelince bir resmi tamamlayan.
Vazgeçilmezdi ellerin sonra,
Yangınımdan yorgan döşek kaçıran.
Ama inan sonludur aşk da,
Kovalar sonunu kendi kendinin.
Bana bir uçurum gerek şimdilerde,
Yeterince dik ve derin.
Bir çavlan istiyorum çünkü,
Kırmak için kristalini hayatın ve şiirin.
geçtim karşısına , anlat dedi .
sevdim dedim o içti.
terk etti bırakıp gitti dedim .
yine içti. teninin kokusunu özledim dedim .
içmeye devam etti.
takmamaya çlısıyorum ama onsuz olmuyor dedim .
o yine içti . sonra
abi sen hiç sevmedin mi ? dedim .
bir kadehte bana koydu ve
hoşgeldin evlat ! dedi.
Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan rabbin adıylabaşlayan adamlarız anna.
büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.
piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.
işte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
insaf et anna!
gidelim buradan.
senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
ölelim diyecektim az kalsın. ölmeyelim. hiç ölmeyelim anna.
sarılalım diyecektim az kalsın. içimden böyle şeyler de geçiyor işte. sarılalım, dudakların…
tamam sustum.
gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. şiir kalsın istersen, sadece otursak. oturmasan da olur benimle,sadece ellerimi tut. ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak.
yüzüme bak ama anna, yüzüme bak. gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
gözlerim biraz karanlık. içinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, cipralexler, turgutlar, edipler,sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen başağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.gözlerim biraz yorgun. içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…
bekleyişler anna. köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba,babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.
hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. ama geçecek hepsi, geçecek. şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.
gözlerimin içine bakmaktan korkma anna.
sen adımını attığın andan itibaren hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
bir köprüde duruyorum
karanlıkta bekliyorum
artık burada olacağımı düşündüm
yağmurdan başka bir şey yok
hiç ayak sesi yok
dinliyorum ama hiç kimse yok
birisi gelip beni eve götürmeyecek mi
bu lanet soğuk bir gece
bu hayatı anlamaya çalışıyorum
elimi tutup götürmeyecek misin beni
beni bir yere götür
kim olduğunu bilmiyorum
ama ben. seninleyim
bir yer arıyorum
bir yüz arıyorum
burada bildiğin birisi var mı
çünkü hiç bir şey doğru gitmiyor
ve her şey bir dert
ve kimse yalnız olmayı sevmez
ah neden her şey bu kadar şaşırtıcı
belki de kafayı yedim.
güzel anılar biriktirdim senden
dudağıma solgun gülücükler getiren.
özenle sakladım belleğimde,
bir yığın oldu daha şimdiden
nasıl olsa bir sonu olacaktı bu aşkın,
bir gün apansız gerçekleşiveren.
bir terazinin durgun prinç kefesine
pat diye inince kara kiloluk,
nasıl kalkar havaya birdenbire
boş kalan zavallı kefe.
nasıl titreşir terazi uzun süre,
denge sağlanıncaya kadar başka şeylerle.
anılarla bozdum o dengeyi ben önce,
i̇kimiz için de yaptım bunu.
yaşadığımız günlerden biriktirdim sessizce,
bir kefede sana hiç sezdirmeden.
koyabilirsin kara kiloyu artık,
bak terazi nasıl kolay gelecek dengeye.
mutluyum ben yine de kendimce,
senin girdilerin, çıktılarım benim
doğrusu uygundu birbirine,
yanyana gelince birbirini tamamlayan.
vazgeçilmezdi ellerin sonra,
yangınımdan yorgan, döşek kaçıran.
ama inan sonludur aşk da
kovalar sonunu kendi kendinin.
bana bir uçurum gerek şimdilerde,
yeterince dik ve derin.
bir çavlan istiyorum çünkü,
kırmak için kristalini hayatın ve şiirin
her yere yetişilir
hiçbir şeye geç kalınmaz ama
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bağışla
boynu bükük duruyorsam eğer
i̇çimden öyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
i̇nsan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konyanın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denize benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
öylesine benzer ki
ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım-satımına belki)
ve bir gün birinin adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer
anısı işsizliktir
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir
ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi.
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı
-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
cıgara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskidenberi
ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun çabuk
bakıyorum da simdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
i̇stasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı
ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kıl gibi ince i̇stanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
çocuklar doğururdu
ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar...
bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzluğu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
i̇şçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şişeleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli değil
bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
i̇şte o kadar.
ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
mendilimde kan sesleri.