içinden geldiği gibi yaşayacaksın, o an ne yapmak istiyorsan kesinlikle onu yapacaksın. ertelemeyeceksin hiçbir şeyi. millet ne düşünür ne der, aman rezil olur muyum diye düşünüp bastırmayacaksın içindekileri. eğlenmek için yapacaksın ne yapıyorsan, mutlu olmak için yaşayacaksın millet için değil. zira hayat ertelenemeyecek kadar kısa.
eğer sevgililer günü senin için bir şey ifade ediyorsa karşındakinin değeri senin için bir hediye kadardır. sonuçta sevgilinle bir gün için sevgili olmuyorsun. o günün özel bir anlam ifade etmesi gerekmiyor. eğer karşındaki insan seni aldığın hediye ile yargılayacaksa hiç hediye almaman daha iyi. hediyenin bir önemi yok kısacası. mühim olan karşındaki insana verdiğin değer ve bunu onu bilmesidir bence efenim.
bir yerlere gitmeliydim, evet. belki farklı bir yerde farklı bir şey görecek ya da başıma bir olay gelecekti. bu sayede içinde bulunduğum kafa zonklantıran ruhsal durum bir değişime uğrayacaktı. kafama taş felan düşmesi gerekiyordu belki de. dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu beyin. çevrede gördüğüm herşey çok garip görünüyordu. farklı insanlar, farklı yüzler, görünmeyen kişilikler, öpüşüp koklaşan liseli sevgililer.. neydi ki bunlar böyle...
heyecan verici, tutkulu, içselleşterilmiş, genel ve yüce bir amaç olmalıydı. gündelik hayatın büyük kısmı bu amaca hizmet etmeli ve bundan da haz duyulmalıydı. fakat neydi ki o amaç? insan bütün hareketlerinde kişiliklerinden bir iz taşıyor olabilir miydi.
iki genç kız heyecanla bir şeyler konuşuyordu. o tarafa baktığımda kız da öylesine bir bakmıştı bana alttan. sohbetten kaynaklanan gülümseme bir yabancıyla göz göze geldiğide de anlık bir ciddiyetle asılı kaldı yüzünde. hmm. güzel ve tatlı bir kızdı. ama havalı görünmek ve dikkat çekmek ister gibi bir hali vardı. hah, bundan bana ne. birazdan inecektim. yaşlı teyzeler, amcalar, genç insanlar o anlık görevleri sadece durup durup bir şeylere bakmakmış gibi büyük bir ciddiyetle işlerini yapıyor gibilerdi.
ama aklımı niye hep o düşünce meşgul ediyordu. evet, bir mektuptu işte. belki hiç ciddiye almayacaktı ve sadece gülümseyecekti. duygularımı ona nasıl daha iyi aktarabilirdim ki. yeni şeyler bulmaya çalışıyor gibiydim. yeni imgeler, daha anlamlı ve duygulu kelimeler. ve bu inanılmaz bir şekilde baş ağrısı yapıyordu. bundan kurtulmak ta imkansızmış gibi inatla sanki kendiliğinden ve içgüdüsel olarak aynı mesele üzerinde yoğunlaşıyordum.
yüzlerce kişinin aynı yerde olduğu, otobüs durağı ve geniş bir yoldan oluşan cadde.. sürekli otobüsler duruyordu durakta. içinde tıkabasa yolcular.. küçük bir çocuk seyyar bir arabada kabuklu fındık satıyordu. güzel duruyorlardı. o kadar insanın bakışlarına maruz kalmak gibi bir düşünce kırıntısının anlamsız bir utancı içinde yaklaşarak fiyatını sordum. belki de almalıydım. kabuklu fıstık yemek her zaman eğlencelidir. hele bir de aileyle birlikte.. sanki bu tarz şeyler enerji katıyordu aileye. televizyon karşısında çat çat sesleriyle yenen fıstıklar.. 10 liramın yarısını buna vermeli miydim. lanet olsun, böyle basit bir eylemde bile feci bir kararsızlık içine düşüyordum! neden böyle oluyordu ki..
yabancı birisiyle tanışsam ve onunla sohbet etsem nasıl olurdu acaba. bir bayan olmalıydı bu.karşımda duran, yüzünde hiçbirşeyle ilgilenmek istemediği gibi bir eda olan masum ifadeli, iyi biri olduğunu sezinleten genç kızla tanışabilir miydim acaba. hem bunda ayıp olan bir şey de yoktu ki. ama kız beni fark etmemişti bile. kimseyi de fark etmek istemiyor gibi de bir hali vardı. özgüvenim de yerine gelirdi belki bu sayede. hayır, bunu yapacak cesaretten en ufak bir iz bile hissetmiyordum içimde..
yürümeliydim, evet. herhangi bir yere yürümeliydim işte. bunu yapmanın iyi geleceği fikri üstünkörüce aklıma yatınca otobüs durağından sapıp soldaki caddeye yöneldim. usulca ve dikkatsizce yürüyordum.
yürümek.. amaçsızca yürümek. bir yerlere varmak istemeden, sadece yürümek..
kaldırımda hep güzel kızlar, yakışıklı oğanlar sürekli sohbet edip gülüşüyorlardı. ele ele tutuşan sevgililer vardı. hah! çok güzel değil mi. haydi, tenin tenine değsin ve mutlu ol. yüzünü yanaştırıp hüzünle bak sevgiline. arada hafifçe gülümse tabii. koluna dokun sonra. her an öpüşebilirmişsin gibi. bir şeylere gül. böyleydi işte insanlar..
sen yürü dostum. bir amacın yok şu an. yürüü.
sadece 1 saniyede görülen bir şey insanı nasıl ürpertebilir ki böyle. evet, bir yüz gördüm. güzel bir yüz. aşık olduğum yüz. yüzüne aşık olduğumu söyleyemediğim yüz. aylardır içimi ürperten insan.. aynı kaldırımdaydı o da. evet ona yaklaşmıştım. karşıdan geldi ve bir anda fark eder etmez rüzgar gibi geçti. o an beni görmedi bile. acaba öncesinden fark etmiş olabilirmiydi. fark etmesini istermiydim bilmiyordum. öylece geçip gitti işte.. arkasından da bakamadım bile. tanrım! dizlerim titriyordu. dönüp koşmalı mıydım acaba ona doğru. ve koşup bir anda yapışmalı mıydım dudaklarına. hah, aklıma gelen en saçma fikirdi bu. ya da koşup omzuna dokunsam, merhaba desem ve sonra seninle bişey konuşabilir miyiz desem ne derdi acaba. tamam derdi heralde. peki ya sonra ne söyleyecektim ki ona. bir kez gülümsedin ve aylardır unutamadım seni. ben sana aşık oldum sanırım. peki sonra ne söyleyecekti o... ama rüzgarlı ve oldukça durgun bir havada bunun hiç sırası değildi sanki. hem mektubum ne olacaktı o vakit. benim kim olduğumu öğrenemeden mektubu ulaştıracaktım ona. ve öyle bir mektuptuki bu, onu etkileyebilir ve sırf yazıma aşık olabilirdi. ihtimali bile güzeldi bunun. ahh yine kafa zonklatan hale dönmüştüm. devam etmek zorundaydım anlamsız yürüyüşüme..
insan içine girmeliydim. kalabalık bir yere. ve girdim de. bağıran çağıran insanların olduğu bir yer. saatlerdir açtı karnım. bir simitle yüzlerce insanın arasından yürüyüş.
ve sonra ne mi öğrendim.
hiç bi şey! koca bir hiç.. boşuna mı yaşıyordum ben?
ama şunu öğrenmiştim sanırım: ot gibi bir insanım ben. ot..
gündelik hayatta ilginç şeyler yaşamıyordum hiç. heyecanla çevreme anlatacağım ilginç anılar..
bir amacımın olduğu bile belli değildi. yürüme fikrini kendime ikna ettirmeseydim görmeyecektim onu. her şeyde bir hayır vardır derlermiş. bu bir hayır mıydı acaba.
ve kafanın bir şeylere kilitlenmesinin yarattığı iç huzursuzluk halinin verdiği basit eylemlerde bulunmayı bile takıntılı bir şekilde kararsızlıkla güç kılan o halden çıkıp irade, kararlılık, akıl ve huzurun işler kılındığı bilinçli bir içsellik nasıl sağlanabilirdi?
pskolojik bir problem mi vardı burada.
aklı kararlılıkla bir noktaya odaklayabilmek, bir amaç için çalışmak neden bu kadar zordu ki?
ve bazı kuruntusal halleri kafaya takmamak mümkün müydü. bunları ne zaman düşünüp ne zaman düşünmemek gerektiğini öğrendim ben. ya da öyle bir şey geçti aklımdan işte.
kabuklu fıstık yiyemedik bu akşam. biraz önce bir kaşık sıcacık bir pırasa çorbası yedim. damağım yandı.
belki yarın kabuklu fıstık almalıyım!...
hocanın derste söylediğine göre uludağ üniversitesi mühendislik mimarlık fakültesinin dekanlık binası depreme dayanıklı değilmiş. depreme dayanıklı kolonları yokmuş. bir ara çatlaklar oluşan binanın o kısımları onarılmak için kırmızı boya ile çarpı işareti konularak işaretlenmiş. o işaretler uzun bir süre kalmış. daha sonra hocanın ne ara yok olacak bu kırmızılar diye sormasıyla üstün körü bir sıva yapılıp boyanmış ve kırmızılar yok edilmiş. (bkz: türkiye'de eğitim şartları)
insan ailesinin yanına yıllar sonra dönünce zamanın nasıl geçtiğini daha iyi anlıyormuş. olgunlaşma döneminin bir parçasını aileden uzakta tamamlayınca, fikirsel farklılıklar, bazen de çatışmalar daha bir belirginleşiyormuş. her şeye rağmen aile yanı en güven veren yermiş.
spartacus gods of the arena'da lucretia karakterini canlandıran oyuncu lucy lawless'in, çocukluğumuzun dizisi zeyna'nın başrol oyuncusu olduğunu bugün öğrendim. az çok birine benzetiyordum ama gerçeği öğrenince ''aaa anaa la hakikaten'' tepkisini verdim. yalnız zeyna'da iri yarı, vurdu mu deviren bu kadın, spartacus gods of the arena'da ince, narin, daha alımlı bir hal almış. sanırım bu yüzden aylardır tanıyamadım.
*baskıyı yaparken boyayı bol tutmamak gerekiyormuş fazla zaman kaybederseniz de boya kurur kağıda çıkmazmış.
*çinko baskı çok eğlenceliymiş hatta daha pratikmiş.
*bayan hocalarla dedikodu yapmak paha biçilemez birşeymiş, konulara hiç tükenmez mi yaa.
*kendi işlerini hallettikten sonra koşuşturan insanları görmek az da olsa keyif veriyor işinizi bitirmenin haklı gururunu yaşıyorsunuz.
* sonrasın da yardım isteyenlere yardım etmek de öbür tarafa hazırlık maayetinde olabilir.
*ayaklarının altını pembeye boyayıp bütün okulu öyle yürümek korku adrenalin keyif hepsini içinde barındıran birşey, deneyin görün.
doğada tek başına'dan öğrendim, umarım bi gün işime yaramaz dedirtecek bilgi. eğer çığ altında kaldıysanız, nereyi kazacağınızı bilmiyorsanız. tükürün eğer tükürüğünüz yüzünüze düşerse üst tarafınızı kazın. eğer yüzünüze düşmezse alt tarafınızı kazın ki gün yüzüne çkabilesiniz.
hiçbir şey öğrenmedim. aynı tas aynı hamam anasını sateyim. beynim yeni şeyler öğrenebilmek için eskilerin silinmesi gerektiği sinyalini veren bir bilgisayar gibi. bense mesaj hafızasının dolduğunu her gördüğünde yalnızca bir (1) mesaj silen, sevgilisinin gönderdiği mesajlara kıyamayan bir liseli gibiyim.