Sekiz yaşındaysanız ve aşıksanız hayat çok güzel.” Cedric
Peki ya yirmi sekiz yaşında ve evliyseniz? Hatta yirmi sekiz yaşında, evli ve bir çocuk babasıysanız? Hatta ve hatta yirmi sekiz yaşında, evli, bir çocuk babası ve hala çocuksanız?
Yakamoz ayın denize yansıması değil, deniz de yaşayan tek hücreli bir canlıdır... dipnot.
Hayallerimizi göğe koyup yansımasını bekleriz, halbuki hayallerimiz yakamoz olmuş iken. Negatif düşünceleri o kadar çok gözümüzde büyültüyoruz ki, kaygı bozuklukluklarına sebep açıyor. Bu da beklenti ve kaygı gediği oluşturuyor... Halbuki olma ihtimali, yansımalı... Yansıma ne siyaha bulanır ama yine de iç içedir.
Hepimizin kaygıları duvara yansıyan ateş gibi, kırmızıdan bozma bir eflatuni ile ( osmanlı da imkansız aşk demektir, eflatuni ).
ihtimalin gerçek olmasına aşığız, ama imkansız geliyor yakamoz iken.
inci'nin oluşum evresi ; istiridyeye yabancı bir madde değer, ve savunma mekanizması inciyi oluşturur...
Sosyal hayatımızda, aldığımız acılar insanların gerçek yüzlerini görmek, nefsimizin eleştirileri, bunlara rağmen iyi olmayı kalabilen bir insan, iyiliğin incisidir.
ama yenik düşen bir insanın karakterini ya da iyi olan bir insanın karakterini öğrenmek için, bakış açısına bakabiliriz doğrusu ortaya çıkıyor...
kaygıların ve korkuların egemen olduğu bir cephe de, yanılgı siper oluyor ise eğer, bu savaşı en başında kaybetmişiz demektir. iyi bir insan olamama, ya da iyiliği kaybetme korkusu ve kaygısı elbette.
Herkesin bildiği bir şehirde, herkesin boğulduğu bir kalabalıkta, herkesin birbirine çarptığı yollarda, kimsenin tanımadığı bir adamdı. Olabildiğine sessizdi, alabildiğine yalnızlık taşıyordu cılız omuzlarında. Ortadan ikiye ayırdığı saçları apolitik bir insan olduğunu simgeliyordu O’na göre ama bu da kimsenin umurunda değildi. Belki söyleyecek çok sözü vardı da dinleyecek hiç kimsesi yoktu. Okyanus ortasında bir kara parçası gibiydi. Esas hayat oradaydı ama herkes bir tek maviyi görmek istiyordu.
“Bak delikanlı, şu kadına, şu güzelliğe, şu asalete bak. Okyanus dibinde kaybolmuş mücevherler gibi parlayan gözlerine bak. Bir vampirin dudaklarını andıran dudaklarına bak. Birinden diğerine atlarken ayağım takılsa da aşağıya düşsem diyeceğin köprücük kemiklerine bak. Birde gözyaşı olup dolmak isteyeceğin gamzelerine bak. Bir aralık sabahı, elektrik tellerinin üzerinde, göç etmekten vazgeçen bir kuşa benzeyen kaşının üzerindeki benine bir bak. Müjgan’a bir bak delikanlı, Müjgan’ıma bir kere bak.”
Herkesin bildiği bir şehirde, herkesin boğulduğu bir kalabalıkta, herkesin birbirine çarptığı yollarda, kimsenin tanımadığı bir adamdı. Olabildiğine sessizdi, alabildiğine yalnızlık taşıyordu cılız omuzlarında. Ortadan ikiye ayırdığı saçları apolitik bir insan olduğunu simgeliyordu O’na göre ama bu da kimsenin umurunda değildi. Belki söyleyecek çok sözü vardı da dinleyecek hiç kimsesi yoktu. Okyanus ortasında bir kara parçası gibiydi. Esas hayat oradaydı ama herkes bir tek maviyi görmek istiyordu.
Envai çeşit ürüne sahip mağazalar kadar karışık, %50’ye varan indirimler kadar saçma durumdayım. Araba lastiğinde uyuya kalmış kedi gibiyim, bir fark edenim yok ve birazdan öleceğim. Banka reklamlarında oynayan imam gibiyim, doğruyu savunup yanlışa teşvik ediyorum. Çamaşır makinasında unutulan tek çorabın diğer teki gibiyim, bir yarısını yolda bırakmış tek başına da işe yaramaz. “Anlat da biz de gülelim” diyen öğretmen gibiyim, sinirden ne dediğinin farkında olmayan. Düdüklü tencere gibiyim, zararsız ama patlamaya hazır. Gülhane Parkı’nda ki ceviz ağacı gibiyim…
Aylardan Eylül’dü. Gözlerine bakarken Nisan. Dedim ya beni hep bu havalar aşık etmişti. Bir de içine baktıkça yeşeren meyve bahçelerini gördüğüm gözleri... Ansızın bir yağmur başlamıştı. Sonbahardı. Neden olmasındı. O çantasından şemsiyesini çıkarana kadar yağmur damlalarının bana olan hasreti bitmişti bile. Beni bu havalar aşık etmişti, artık sırılsıklam bir aşık olmuştum. Şemsiyesini açıp altına girdi.
Dünden kalma yorgunluğum, geçmişten gelen hüznüm ve daimi uykusuzluğum yine üzerimde. Nasıl takım elbisenin olmazsa olmazı kravat ise benim olmazsa olmazım da bitkinliğimdir. Ben dünyaya gelmeden önce, bana sorarsalar; “dışarısı çok güzel ama kaladabilirsin” deseler, öyle bir hakkım olsa, doğmama hakkımı kullanırdım.
Günlerdir pide fırınına atılmış biber gibi yanıyordum sıcaktan. itfaiyeyi arayıp evimde yangın olduğunu söylesem, onlarda hortumlarla üzerime su sıksa anca vücut ısımı dengeleyebilirim. Bulutlar mı imdadıma yetişti yoksa güneş insafa mı geldi pek bilmiyorum ama bugün hava biraz daha vicdanlı. Pideler özel sipariş ve pideleri yakarsa işinden olacağını bilen bir ustanın eli değmiş gibi fırına.
Soğuk bir Ankara akşamıydı. Ayaz Egemen'in alıştığı, Necla'nın ise pek bilmediği gibiydi. Pavyonların parlattığı sokakların üstünde, şehrin ışıklarını ayaklarının altına almıştı ikisi de. Ayazın en güzel tarafı Necla'nın kıpkırmızı olmuş burnuna bakıyor olmaktı Egemen için. Havada aşk kokusu vardı belki de ama kimse havayı koklayacak kadar nefes alamıyordu.
Sabah güneşinin en anlamlı olduğu yer, kahvaltı masasındaki çay bardaklarının üzerinde parlamaya başladığı yerdir. Yağmurlu havaların en güzel anı da gökkuşağının üzerinden kayıp gökkuşağının altıdaki altınları almayı hayal ettiğiniz andır. Ve ben siyah beyaz bir filmde gökkuşağıyım ya da sessiz bir filmde patlayan ses bombası. Az önce dibine bir köpeğin işediği ağacın gölgesinin altındaki bankta gözlerimi açtım. Yağmur yağdı yağacaktı. Gözü gibi baktığı bahçesine asfalt dökülmüş Nurten Teyze gibi oldum. Uzunca bir aranın ardından sevdiğim kadın karşıdan geliyordu. Gülümsedi. Yıllardır içimde büyüyen koca boşluk bir anda dolmuştu. Ben ne yapacağımı bilemeyip gülümsedim. Ayağa kalktım. Elimi nereye koyacağımı bilemediğimden ceplerime koydum. Bir cebimde 2 lira 30 kuruşum bir cebimde de annemin yolda yerim diye cebime koyduğu kuruyemişten kalan sarı leblebilerim vardı. Eğer bu şanslı bir adamın hikayesi olsaydı az sonra farklı satırlar okuyabilirdiniz. Ama bu benim hikayemdi.
Bir insanın yakınlaşıp uzaklaşması yağmurdan korunmak için başkasının kirpiklerini pervaz olarak kullanması gibi... Karşı taraf uyanan elde etme arzusuna; sevgi figürünü yansıtıp bunu bir aşk sanarken... Yakınlaşıp uzaklaşan kimse karanlığın rehberiydi ( Karlar güneş ışınını yansıttığı için beyazdır. ) Güneş beraber olma umudu olmuştu, umutlarını yansıtan yalnızlıktan kurtulma arzusu gerçek yüzünü kar gibi kapatmıştı. Hedef ve arzunun şekillendirdiği endişeydi yalnızlık... Biz umutlarımızı /arzularımızıgöğe koyup yansımasını bekliyoruz, yakamoz olup ayağımızın dibindeyken... ( Yakamoz ayın denize yansıması değil denizde yaşayan tek hücreli bir canlı ayağımızın dibinde yani ).
“Yaralarımızı hayatımız boyunca kendimizle beraber taşırız ve sonunda onlar bizi öldürür.” Six Feet Under
Bundan tam 100 yıl önce her şeyin başladığına benzer bir yerdeyim. Küçük bir hastane odasında, tek kişilik küçük bir yatakta, 100 yıl öncesine nazaran epey büyük vücudumla öylece yatıyorum. Etrafta kimseler yok, makinalar en yakın dostlarım. Güneş gözüme vurmasın diye çekilmiş perdenin arkasındaki dünya umurumda değil. Ya da son anımda ziyaretime gelen, adını bile hatırlayamadığım insanların solmuş çiçekleri içimi rahatlatmıyor. Herkesin beni terk ettiği küçük bir hastane odasında, vücuduma bağlı makinalarla tek kişilik küçük bir yatakta, sağa sola dönemeyip gözümü alan eski bir floresanın altında öylece yatıyorum. Her şeyin 100 yıl önce başladığına benzer bir yerdeyim. Ağlasa da sevinçten havalar uçsak yerine ölse de kurtulsak kokusu var havada, en azından koklayabildiğim kadarıyla.
Bir gün yolda giderken ansızın güzel bir kız geçer ben kıza bakakalırken aklımdan değişik düşünceler geçiyordu kız yavaş yavaş uzaklaşmıştı onu düşünürken telefon çalar ,plazada işe girdiniz ve ben sevinir ,yarın olur plazaya giderim ve o kızda orda çalışıyor ,ve bu kızla tanışırım hayatımın aşkı karşıma çıkmıştır ,ve sonunda evlenip mutluluğuma mutluluk katmışımdır .
Çok eski zamanların birinde ormanların birisinde çok zalim bir aslan yaşarmış ve kimi görse bu zalimliği ile korkuturmuş. Ormanda yaşayan tüm hayvanlar zalim aslanın bu halinden aşırı şikayetçilermiş. Aradan zaman geçtikçe artık bir çare bulmaları gerektiğinizi düşünmüşler ve hep beraber toplanıp bu konuyla ilgili bir karar almışlar. Aldıkları bu kesin kararı aslana söylemek için hep beraber yola koyulmuşlar.
- Sayın pek değerli yüce mi yüce efendimiz, biz orman sakinleri olarak aldığımız bir kararı size bildirmek için geldik. Artık siz hiç yorulmadan biz kendi aramızda siz acıktığınız zaman kura ile birisini seçip size sunacağız.
Ormanların efendisi zalim aslan orman sakinlerinin aldığı bu karardan çok mutlu olmuş. Bu kadar sevinmesinin sebebi ise artık avlanmaya çıkmasına gerek kalmamasıymış. Bu olaydan sonra her gün kuradan kim çıktıysa gelip kendini aslana sunmuş ve aslanın o gün için yemeği olmuş.
Günlerden bir gün sıra küçük tavşana gelmiş. Ancak tavşan aslanın yemeği olmak hiç mi hiç istemiyormuş. Bundan ötürü yavaş yavaş aslanın yemeği olma yoluna gidiyormuş. Bu isteksizlikle bir süre sonra aklına güzel bir fikir gelmiş. Derken aslanın yanına varmış.
Yüce aslan birden kükremiş:
- Neden bu kadar geç kaldın? Söyle bakayım. Açlıktan ölmek üzereyim.
Tavşan ise hemen cevaplamış:
Sabah çok erkenden yola çıktım ancak karşıma birden bir aslan çıktı. Yanımdaki diğer arkadaşımı o aslana verip apansızın kaçtım. işin gerçeğini söylemek gerekirse sizin hakkınızda da çok kötü şeyler söyledi.
Bunu duyan aslan çok sinirlenmiş.
- Hemen beni o densiz aslanın yanına götür.
Tavşan aslanı diğer aslanı gördüğünü söylediği kuyunun yanına götürmüş. Aslan kuyudaki suya bakıp ve yansımada kendi sıfatını görmüş. Bu görüntüyü gören aslan başka bir aslan olduğunu düşünüp hiç düşünmeksizin suya atlayıvermiş. Böylece tavşanın kurnazca fikri sayesinde hem tavşan hem de tüm orman halkı aslandan kurtulmuş.
“Yaralarımızı hayatımız boyunca kendimizle beraber taşırız ve sonunda onlar bizi öldürür.” Six Feet Under
Bundan tam 100 yıl önce her şeyin başladığına benzer bir yerdeyim. Küçük bir hastane odasında, tek kişilik küçük bir yatakta, 100 yıl öncesine nazaran epey büyük vücudumla öylece yatıyorum. Etrafta kimseler yok, makinalar en yakın dostlarım. Güneş gözüme vurmasın diye çekilmiş perdenin arkasındaki dünya umurumda değil. Ya da son anımda ziyaretime gelen, adını bile hatırlayamadığım insanların solmuş çiçekleri içimi rahatlatmıyor. Herkesin beni terk ettiği küçük bir hastane odasında, vücuduma bağlı makinalarla tek kişilik küçük bir yatakta, sağa sola dönemeyip gözümü alan eski bir floresanın altında öylece yatıyorum. Her şeyin 100 yıl önce başladığına benzer bir yerdeyim. Ağlasa da sevinçten havalar uçsak yerine ölse de kurtulsak kokusu var havada, en azından koklayabildiğim kadarıyla.
Mutluluk fakir mahallelerden geçen Kırmızı Mercedes gibidir. Mahallede artık hiçbir şey aynı olmayacaktır da kimse farkında değildir. Herkes Kırmızı Mercedes‘in büyüsüne kapılmıştır. Bizler de Kırmızı Mercedes'in peşinden koşan kısa şortlu çocuklarızdır. Mutluluğa dokunuruz ama ellerimizin arasından kayar aslında bizim olmayan mutluluğumuz. işte şimdi, tam olarak şuan, raydan çıkmış trenin yolcularının mahallesinden Kırmızı bir Mercedes geçmiştir. Yavaş yavaş, salına salına…