bugün

Guernica Ve Turnusol

ispanyol hükümeti, Paris’teki dünya fuarı için Pablo Picasso’dan bir tablo yapmasını istemişti. O sırada ispanya’daki hava saldırısından etkilenen Picasso, guernica isimli tabloyu yaparak tüm dünyaya asla unutamayacakları bir ders verdi. Silahların, devlet stratejilerinin, güç gösterilerinin, o devasa cüsseli kendini tanrı zanneden insanların yapamadıklarını, küçük cüsseli, bir ressam, fırçasıyla gerçekleştirdi. Savaşın tüm boyutlarını fırçasıyla haykırdı. Tablo bütün dünyadan beğeni toplarken, ispanyol hükümeti ise tabloyu bizzat Picasso’dan istedi. Picasso direndi “ispanya’ya demokrasi gelmedikçe, bu tabloyu ispanya’ya vermeyeceğim”.
ABD’de bir fuarda sergilenen tabloyu gören Nazi subayı, Picasso’ya dönerek bunu siz mi yaptınız dediğinde. Picasso tüm dünyaya vereceği derse, önceden hazırlanan çalışkan bir öğrenci gibi, tüm şiirlerini sevdiği kadına kızıp yakan bir şair gibi hiç duraksamadan cevap verdi “Hayır siz yaptınız”. işte bu cevap ikinci dünya savaşının turnusol’uydu.
Savaşlar çıkar, kadınlar ölür, çocuklar ölür, erkekler ölür. Galip görünse de iki taraftan biri, kazananı olmaz savaşların. Bir yerlerde birileri ölürken, bir kadın çocuklarının cesetleri başında ağıt yakarken, bir şair sol kolunu bir deniz savaşında kaybederken, birileri inatla bunu sizin adınıza yapıyoruz derler. Bir müzisyen ülkesinde kovulurken savaşa karşı olduğu için, bir yazar vatan haini ilan edilirken, insanlar ölmesin diye haykırdığı için, birileri inatla bunu sizin adınıza yapıyoruz derler. Bir çocuğun oyuncağını kaybetmesi gibidir savaşlar benim düşünceme göre.(bu kadar basite alma dediğinizi duyar gibiyim) bir daha hiçbir zaman sahip olamayacağı bir oyuncak değildir kaybedilen, bir daha asla yaşanmayacak olan kahkahalardır bir oyuncağı kaybetmek. Güven duyularak, arkasına saklanılan ağaçların, oyunun en heyecanlı anında, seni ele vermesidir bir oyuncağı kaybetmek, zamana yenik düşmek, hayallerini ederinden çok daha düşük fiyata bir tefeciye satmaktır bir oyuncağını kaybetmek. Oysa bir yıkım üzerine kurulmamalı savaşlar. Savaşlar; Guernica’yı yaptıranlara karşı, savaşlar oyuncağını kaybeden bir çocuğun yeniden gülümsemesini engelleyenlere karşı, savaşlar yel değirmenlerine karşı yapılmalı. Savaşlar; daha iyi yazabilmek, daha iyi çizebilmek, daha içten gülümseyebilmek üzerine kurulmalı.
Bir metro seyahatinde, olması gerekenden çok daha kısa bir mesafede, olması gerekenden çok daha uzun bir zaman diliminde, olması gerektiği gibi yalnız gitarıyla ve yalnız, yalnızken söylenebilen bir şarkıyı seslendiren bir kadına rastladım. Kısa süre sonra homurdanmalar başladı, ön sıralarda oturan yaşlıca bir adam, kadının yüzüne dahi bakmaya gerek duymadan, arkasına dahi dönmeden “dünyada mısın” dedi sadece. Dünyada ol(a)mayan hangisiydi acaba? Dünya hakikaten bu kadar gri, resmi, ürkütücü bir yer miydi? Ben mi yanlış algılıyordum, yoksa sahiden dünya yaşamayı zorlaştıracak kadar, sistemli ritüellerden oluşan sıkıcı bir küre miydi? Coğrafyadan pek anlamam, ama bildiğim kadarıyla dünya, uzaydan görüldüğü kadarıyla kendine ait bir şekli olan gezegenlerden bir tanesidir sadece. Ne güzel bir anlatım değil mi? Kendine ait bir şekli, tıpkı insanlar gibi… soruyorum o halde kendi kendime, aynı seyahat sırasında hangimiz dünyadayız. Müziğin sesine homurdananlar mı, kendi şarkısını, tüm seyahat arkadaşlarıyla paylaşan mı? Guernica’yı yaptıranlar mı yoksa fırçasını büyülü bir tabloya dönüştüren mi? Bu dünyaya şiirler okuyanlar mı, şarkılar söyleyenler mi, resimler yapanlar mı? Yoksa ölülerin üzerinden zafer nutukları atanlar mı? Gerçek bir şey var ki iki farkı dünya var aynı dünyada değiliz. işte bu yazıda iki ayrı dünyanın Turnusol’u olsun. Ben inanıyorum, bir şiirin dünyayı değiştireceğine, şair ceketli çocuğa, Guernica’ya. isteyen inansın, savaşlara, kahramanlık hikayelerine, destanlara.
Guernica; ikinci dünya savaşının ardında gizlenen tüm gerçekleri, adeta bir turnusol kağıdı görevi üstlenerek gözler önüne serdi, bugün bile haykırmak istediğimiz ne çok şey vardır. Hayır bu tabloyu ben değil, siz yaptınız… hoşçakalın görüşmek üzere.
bi' şey olsun ya. bi' şey. önemli olmasına gerek yok. bi' sevinelim yani. durduk yere. "eheh iyi oldu lan" diyelim. sevilelim abi. nedir yani? seviyoruz işte anasını satayım. ama yok yani, geleceği yok. yarrak gibi hikâye oldu bizimkisi anasını satayım. bitmiyo bile. başlamadı ki bitsin. birini sevdik, haberi bile olmadı. böyle sevgi mi olur amına koyim? eziklik ya. yemin ediyorum eziklik. sik gibi durum şimdi. bir daha görmeyeceğini bildiğin biriyle son defa buluşmak. nasıl? acayip ya. hiç son buluşma değilmiş gibi. hiç o'nu hayâllerine katık etmemişsin gibi. sana, haberi bile olmadan kaybettirdiği yıllar için hiç pişman olup ağlamamışsın gibi. hiç sevmemişsin gibi. heyt be. ne hikâye ama.
yazmakta oldugum nacizane romandan bir bölüm.

zindan… (kaçış öncesi 62. sayfa 3.bölüm )

işte sondaydı.

zamanın ,yaşamın , aşkın sonuydu bu , saraydan çıkarılıp tüm meraklı kalabalıgın içinde daha önce hiç görmedigi biri tarafından kafası kesilecekti , ne güneş doguyordu nede doğmasını istiyordu güneşin bu gece, karar çoktan verilmişti, sabahı düşünmeden edemiyordu, gögüs kafesi patlamak üzereydi sanki, nefes alamıyor ölüm anını düşünmekten başka hiçbir şey yapamıyordu, ölüm tek gerçegiydi ve ölecekti, en kötüsü bunun zamanını bilmesiydi sabahın ilk ışıklarında almaya geleceklerdi, onu bu düşünce buz gibi taşyapının içinde terletiyordu. ölmesini emredende onun gibi yaşama istegi dolu bir insan degilmiydi …

güneş ışıgı çoktan koyulmuştu yola, milyonlarca millik uzaklıgı kat etip doldu hücresine, yüzünü yıkayan, ruhuna işleyen, hayat veren güneş ışığı bu gün son defa dokunuyordu bedenine, son defa doğuyordu üzerine, belkide son defa görüyordu onu.

sessizligi ansızın yırtan zindanın agır demir kapısıydı, kurumuş bir nehrin son damlaları gibi dudaklarından dökülen sözcükleri, demir kapının arsından içeri süzülen güneş ışıgı süslüyordu;
‘yanımda götürebilseydim bir parçanı, saklayabilseydim içimde, gidecegim yer çok karanlık ve çok dar, beni bulamayacaksın artık, dokunamayacaksın sana bakan gözlerime’
ölümü kabullenmek bunu yapabilmek bu erdeme ulaşabilmek, birkaç saat sonra öleceğini bilmek, bunu nasıl yapabilir bir insan.

( cellada dogru yürürken, bölüm 4 )…

annesi geldi aklına 550 yıl sonra dogacak olan annesi , beklide uyuyordu şimdi kim bilir beklide hissetmiştir acımı diye düşündü , beydindeki düşünceleri durduramıyordu bir umut yalnızca bir umut, beklide kaçabilirdi.
idam mangasının ellerinden sıyrılıp kurtulabilirdi, ya sonra ne olacaktı.
‘artık onun için umut, yeniçerilerin elinden kurtulmayı başarıp, ölümden dönmenin mutluluğuyla, amansızca köşeyi son hızda dönerken arkasından yetişen bir oktu.
bu düşünce bir bakıma rahatlatıyordu, beklide yetişemezdi ok, beklide dönerdi köşeyi, beklide yaşardı.
belkide