bi şey kaybetmemiştir. içerse de hanesine artı yazılmaz.
kahve bizim işimizdir.
amerikalılar ancak deli gibi pazarlamayı bilir ama onun kültüründen yoksundurlar.
fast food, fast coffee corners, her şeyleri hızlıdır, "yemeğini yedin, içeceğini içtin, şimdi kaç, üretime katılıma devam" üzerine kuruludur kültür.
biz yaylanmayı severiz, sohbet etmeyi, keyfini çıkartmayı, bu amerikalılarla çok haşır neşir oldum ama kültürlerinde "bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır" nezaketini done olarak bile göremedim onlarda ama dostluğa, insanlığa çok kıymet verenleri vardır o ayrı.
böyle ellerinde karton kağıt içinde, üzerine isimleri yazılmış kahvelerle istanbul sokaklarında "çok meşgulüm" havası eşliğinde gezenler çok komik geliyor bana. gittiğin yerde kahve makinası mı yok, üçü bi arada mı alamayacaksın, bağımlı mısın, peki bağımlı olmanın neresi hava atılacak bi şey, anlamıyorum ama gülüyorum vesselam.
-ayyy elif! özgür beni kahve içmeye davet etti!
*starbucks a götür starbucks a.
-ay niye kii??
*evine gidersen çocuk sana, yok starbucks a gidersen hesap ona iyi girer.
başka bir kafede kahve içmemiş yazardan farksızdır. ne öyle çok pahalıdır, ne de öyle tadı mükemmeldir, adı var sadece. bu da aslında kapitalizmde markalaştırma sürecinin bir parçası. bi tişört giydiğin zaman sol üstünde iyi bir marka yer alacaksa 100 tl, o markayı sil tişört 10 tl. normal bir birey, 10 tl'lik tişörtü alması gerekirken markalaştırma sürecinde 100 tl'yi vererek "kendini daha iyi hissedenler de var" sınıfına girerler. adamların kafa yapısı öyle iğrendirici ki fiyatı az olan bir ürünü utandıkları için alamıyorlar. çünkü fiyatı düşük, kendilerine onu yediremiyorlar. var böyle insanlar, bizzat tanıyorum da. bu işte aslında kapitalizmin belki de son noktası olabilir ama sanmıyorum gelişmiş ülkelerde bu kadar işe yarasın.