zeki, gözlem gücü yüksek, anlatımı nefis, okumalara doyulmayan bir yazar. sanırım biz ona layık olmadığımız için erkenden telef edilmiş. keşke o kadar erken ölmeseymiş.
günümüz cahillerinin saldırısına uğramış usta yazar. herkesin elinde bir sabahattin ali. ne oldu da kıymete bindi, iki yüzlü edebiyat fakirleri sizi. eski dönemlerde okunması yasak yazarlar arasındaydı büyük usta.
içimizdeki şeytanlardan yalnızca biriydi. Zamanında yediği ayarları toplasak buradan Moskova'ya yol olur... Zamanın fırıldaklarından.
ben kalemi Atsız'a bırakıyorum.
--spoiler--
Bu romanda roman olarak hiçbir üstünlük yok. Sabahattin Ali ruhi tahliller yapmağa özenmiş ve Şekspirvari uzun kendi kendini Murakebelerle romanını şişirmiştir. Zaten bizim dahi romancılarımızın hepsi mukallit oldukları için ruh tahlili, tabiat tasviri, içtimai hayatın tenkidi vesaire gibi büyük işlere dalmak onun için çok tabiidir. Dahi romancı ve güzide edip Sabahattin Aliyi de onlardan başka türlü görmeğe imkan yoktur. Esasen ben romanı tenkid edecek değilim. Birçok münevverlerin tulumbacı ağzı ile konuşması, hiç lüzum olmayan yerlerde muharririn maddi pislikleri ısrarla anlatmaktan marazi bir zevk duyması ilk bakışta göze çarpmakla beraber bunları bizim dahi romancının hamlığına, yani henüz dehanın uç noktasına varmamış olmasına verelim. Benim bu romanda ilişeceğim nokta hususi bir kasıtla yazılmış olmasıdır. Sabahattin Ali bu memlekette ırkçı,Turancı ve Anadolucu olan milliyetperverleri hep satılmış insanlar olmakla itham etmek istiyor ve romanını yazarken de bugün aramızda yaşayan bazı kimseleri, tabii biraz değiştirerek, romanına sokup onları küçültmek istiyor. Böylelikle de kendisini küçük gören insanlardan gizili bir öç almak diliyor. Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için Sabahattin Alinin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum. Sabahattin Ali benim tanıdığım, hem de çok iyi tanıdığım bir insandır. Bundan dolayı cevabım tepeden inme olacak ve onu çökertecektir.
Ben onu 1926-1927de, Türk Ocağında tanıdım. Biz birkaç kişi, Türk Ocağında Kızıl Elma diye ayrı bir oda açtırmıştık. Buraya Ocakta aza olmayan genç mektepliler gelecekler ve ülkü ile aşlanacaklardı. O zaman Türk Ocaklarında ırkçılık düşünceleri olmadığı için, Kızıl Elmaya, Müslüman olmak şartıyla, her ırktan vatandaşlar geliyordu. Muallim mektebinde talebe olan Sabahattin Ali de oraya gelenlerden biriydi. Lüzumundan pek fazla ve gürültü ile konuşan, ağır sözlere bile kızmayan ve herkesle laubali olan bu çocuk bir takım manzumeler yazıyor ve emsaline göre muvaffak da oluyordu. Daima mübalagaya meyyal olan tabiatı dolayısıyla överken de, hicvederken de şiddetli teşbihler yapıyor, etrafındakileri güldürüyordu. Hiç sıkılmayan gayet serbest bir ruh hali vardı. Kendisini ilk gördüğüm zaman pek yüksekten konuştuğu için, talebe olduğunu öğrendiğim bu gence: Siz Yüksek Muallim Mektebinden misiniz? diye sormuştum. O hemen sırıtmış ve : Hayır Alçak Muallimdenim diye cevap vermişti. Kızıl Elma odasında ekseriye Türkçülük meseleleri üzerinde münakaşalar yapılırdı. inanmış, ateşli gençlerin yaptığı bu münakaşalar daha genç olan talebeler üzerinde müessir oluyordu. Nitekim o zamana kadar hiçbir şey olmayan Sabahattin Alide bile milliyetperverane şiirler yazmak isteği uyanmıştı. Bunları bilhassa, kendisini en fazla sabırla dinleyen bir doktor arkadaşa okur ve onun telkinlerine göre bazı yerlerini değiştirirdi. Buna rağmen nesil ve menşe meselesinin münakaşa olunduğu bir günde kendisinin Rum, çünkü babasının Oflu olduğunu adeti üzere sırıtarak söyleyivermişti. Hakikaten Sabahattin Ali istanbuldaki kalaycı Rumlara çok benziyordu. Rumcayı bildiğini de bir müddet sonra yazdığı bir yazıdan öğrendim.
Birkaç ay süren bu ilk tanışıklıktan sonra Anadoluda bir yere ilk mektep muallimi olarak gitti. Tatilde istanbula geldiği zaman ben Yüksek Muallim Mektebinde idim.
Sabahattin Ali birkaç günde bütün Yüksek Muallim talebesiyle sıkı fıkı ahbap olmuş ve herkes onun hayatını bütün teferruatı ile öğrenmişti. Benim onu asıl tanımam bu devirdedir. Onda büyük bir ihtiras vardı. ilk mektep muallimi olarak kalmak istemiyordu. Yükselmek, büyük işler yapmak, meşhur olmayı arzu ediyordu. Fakat bu kadar yükselmek için gereken maddi ve manevi kuvvet kendisinde olmadığından ruhunda derin bir yas duyuyor, insanlığa hınç besliyor ve bu hınç gayrı tabii bir hal alıyordu. Onun diğer ve belki asıl büyük derdi de kadınlar üzerinde müessir olamamaktı. Genç olduğu için bir takım arzular duyuyor, etrafında muvaffak olanları görüyordu. Fakat kendisinde, kendi tabiri ile söyleyeyim, kadınları cezp edecek hiçbir şövalye tarafı bulunmadığı için hiçbir kadın onunla arkadaşlık kurmak istemiyordu. Zavallı Sabahattin! Bundan o kadar üzgündü ki kadınlarla ebediyen anlaşamayacağına dair bir manzume bile yazıp Türk Ocağında okumuştu. Bu manzume dudaklarım bir kadın dudağına değmedi diye bitiyordu. Kadınlara karşı kendisini küçük görmekten olacak, yaşça kendisinden aşağı olanlara bile abla diye hitab eder, onlara hep ruhunun sonsuz, engin ıztırabını anlatırdı.
Bu sırada Maarif Vekaleti dil hocası yetiştirmek için Avrupaya talebe göndermeğe karar verdi. Sabahattin Ali de Almanyaya giden talebe arasındaydı. Dört yıl orada kalarak Alman dilini ve edebiyatını öğrenecek, dönüşte liselerde Almanca hocalığı edecekti. Fakat dört yıl için giden Sabahattin bir buçuk yıl dolmadan döndü. Sebebini sorduk. Şöyle anlattı: Okuduğu mektepte bir gün Alman talebelerden biri bu parazit Türkleri buradan kovmalı demiş. Sabahattin Ali hemen yerinden fırlamış: Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al demiş. Talebe, sözünü geri almayınca tokadı indirmiş. Alman hükümeti de böyle bir talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollamış.
Biz, Sabahattin Alinin, bodur boyu ile, böyle şövalyece bir iş yapmak için ne bileğinde, ne de yüreğinde kuvvet olmadığınız biliyorduk.. Fakat hadise hoşumuza gittiği için inanmak istiyorduk. Gurbette milliyet duygusu daha kuvvetli olurmuş, belki bu gayretle böyle bir şey yapmıştır diye düşünüyorduk. Bununla beraber Sabahattin Alinin herhangi bir adama tokat atması pek garip olduğu için sormuştuk: Bu Alman talebe ufak tefek bir şey miydi? Sabahattinin cevabı bizi hayrete düşürdü: Bilakis! Benim ikim kadardı. Peki nasıl oldu da seni dövmedi? Neden Alman talebeler birlik olup üzerine atılmadılar? Sabahattin Ali hiç düşünmedi. Dedi ki: Bunu sonradan ben de kendilerine sordum. O yakınlarda Türk tarihini ve Sokollu Mehmed Paşayı okudukları için korkunç bir tesir altında kaldıklarını, onun için bana mukabele edemediklerini söylediler.
Zavallı Sabahattin Ali sözle şövalyelik yapıyordu. Nitekim bir müddet sonra hiç de böyle bir hadise olmadığını, dönmesinin tamamile başka bir sebepten ileri geldiğini öğrendik. içindeki şeytan onu kuvvetli bir övendire ile dürtmüş ve buraya getirmişti.
Bununla beraber Sabahattin Ali dönüşünü milli bir sebebe atmakla yine biraz milliyetperver bir ruh taşıdığını gösteriyordu. Yoksa, dakikasında başka bir sebep buluvermek, onun zengin muhayyilesi için hiç de güç değildi.
Fakat bu dönüş, bir piyango sayılabilecek olan Almanyadaki tahsilinin yarıda kalması onun ruhunda aksül-ameller doğurmaya başladı. Sabahattin Ali yavaş yavaş sapıtıyordu. Bize, Türk edebiyatında büyük inkılaplar yapacak olan bir takım edebi projelerini anlatıyordu. Muallim Mektebinde yatıp kalkıyordu. O zaman Yüksek Muallim müdürü Giritli Hamit adında birisiydi. ihtimal ki ırki yakınlık dolayısıyla Sabahattine yardım etmek istemiş, onu mektebe almıştı. Giritli Müslüman bir Rumun Oflu bir Müslüman Ruma yardım etmesinden tabii ne olabilir? Çünkü Hamit ancak kız talebeye yardım eden, erkeklerden bunu esirgeyen müstesna bir tabiata malikti ve onun bu iyiliği sayesinde yemek ve yatak bulan Sabahattin bizim yatakhaneye yerleşti. Burada ekseriyetle edebiyatçılar vardı. Mesela Orhan Şaik, Nihad Sami, Pertev Naili, Çemişkezekli Ziya ve ben bu yatakhanede idik. Başka şubelerden de iki üç arkadaş daha vardı.
işte sapıtmağa başlayan Sabahattin, Yüksek Muallimde lüks bir hayat sürüyor, şiirler ve hikayeler yazıyordu. Fakat asıl mühim eserlerini ileride yazacaktı. Bilhassa Tokat adındaki romanı ile Layemut Enayiler adındaki serisi birer inkılap yapacaktı. Toka kendi kız kardeşini seven mütereddi bir tipin romanı olacaktı. Bize bunun mevzunu on ,on beş dakikalık bir zamanda anlatmıştı. Bu marazi mevzu nereden aklına geldi diye sormuştuk. Şöyle cevap vermişti: Sabahattinin 3-4 yaşında bir kız kardeşi varmış. Bir gün evde kızım, sen kime varacaksın diye şaka yapıyorlarmış. Kızcağız ağabeyinin kucağına atılarak ben ağabeyimden başkasına varmam demiş. Sabahattin de bunu kura kura roman mevzuu yapmış. Layemut Enayiler ise hakikaten bir şaheserdi: Kendilerini vatan ve şeref için feda ederek ad bırakmış kahramanların hikayesi olacaktı. Hem de ne orijinal şekilde?.. Bir gün canı sıkılan Allah eğlenmek için vesile arayacak, meleklerden birisi de bu kahramanları birer enayiymiş gibi gülünç bir şekilde anlatarak Allahı eğlendirecekti.
Sabahattin Alide büyük değişiklik başlıyordu. Memuriyetinden atılmış, arkadaşlarından geri kalmış, liseyi veya Darül-fünunu bitirememiş, fakat bitirmek ihtirasını kaybetmemiş zayıf insanların düştüğü çukura doğru gidiyordu. O zamana kadar yalnız kendisini düşünen, yarı şaka bir tavırla kendisinin dahi olduğundan bahseden Sabahattinde artık milletin dertlerini görmek fazileti başlıyordu. Aç köylüler, zulüm altında ezilen insanlar, harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler onun hodbin dimağına girmeğe başlıyordu. Bu yüzden büyük bir şiir yazıp herkese okudu. Bu şiirde hükümet ve hükümet adamları şiddetle hicvediyordu. Başta o zamanki cumhur reisi Gazi olduğu halde herkese sövüyordu. Bu uzun manzumeden aklımda yalnız tek bir mısra kalmıştır:
Kel Aliden hesap sorulmuş mudur?
Zavallı megaloman şaircik bu şiirin memlekette bir inkılap yapacağına inanıyordu. Fakat buna rağmen günün birinde birisi bunu hükümete haber vermeseydi bu dahiyane şiir unutulup gidecekti. Bu vaka şöyle oldu: Sabahattin Ali bir kulpunu bulup Konyada orta mektebe Almanca muallimi oldu. Zannedersem kendi tabiri ile bir torpil, yani iltimas bulmuştu. Çünkü Almanyada kaldığı bir buçuk yılda öğrendiği Almanca muallimlik edecek kadar değildi. işte, bizim dahi edibimiz, Konyaya gidince de başından ve boyundan büyük işler karıştırmağa başlamış. inkılap yapacak olan şiirini herkese okumuş. Dinleyenlerden birisi de bunu hükümete haber vermiş. Olur a
Halbuki ben Sabahattin Alinin adam olacağından hala ümitli idim. Pertevin ısrarı ile bir iki hikayesini de Atsız Mecmuada neşretmiştim. Hatta o benden, yazacağı piyes için, tarihi ve kahramane bir mevzuu istediği zaman ona kahraman Kür Şadı yazıp vermiştim. Tarihin en büyük kahramanını, iradesiz bir aşık haline sokacağını bilir miydim? Bilsem ona öğretir miydim?
Sabahattin Ali yazdığı bir hicviyeden dolayı 14 ay hapse mahkum edildi. Muallimlikten de çıkarıldı. Hapisten çıktığı zaman ise artık buz gibi komünist olmuştu. Çünkü Nazım Hikmetofla arkadaşlığa başlamış ve bermutat, irade zaafı dolayısıyla, her konuştuğunun tesirinde kaldığı için solcu oluvermişti. Hatta zamanını iyi hatırlamadığım bir günde kendisiyle iddiaya girişmiştik: On yılda Almanyanın komünist olacağını, Almanya komünist olduktan sonra da bütün dünyanın aynı yola gireceğini, bu arada tabii bizim de o yolun yolcusu olacağımızı iddia etmiş, ben de aksi iddiada bulunmuştum. Hiç şüphesiz bunu, kendisiyle giriştiğim iddiayı kazandım demek için kaydetmiyorum. Maddeten olduğu gibi manen de miyop olan bir hastayı her hangi bir iddiada yenmek övünülecek bir şey değildir. Yalnız onun nasıl bir fırıldak gibi döndüğünü göstermek için bunu yazıyorum.
Sabahattin Ali hapisten çıktıktan sonra Maarif Vekaletine başvurdu. Muallimlik istedi. Ozaman Maarif Vekili şu Tarih Kurumunun azasından Hikmetti. Sabahattine eski kanaatlerini değiştirdiğini bize ispat etmezsen sana iş vermeyiz demiş. Sabahattin Ali açlıktan ölmüyordu. Dostları kendisine istediği kadar para yardımı yapıyordu. Hatta açlıktan ölse bile bir komünistin bir burjuva hükümete baş eğmesi pek çirkin bir şeydi. Fakat kendisi kadar zeki, müsteit ve dahi birisinin bu halde kalması caiz miydi? Fikrimden döndüm diyiverse ne çıkar? Etek öpmekle dudakları aşınacak değildi ya Onları istismar etmek için mübah olmayan hangi vasıta vardı ki Bundan dolayı bizim bay fikrini değiştirdi. Varlık dergisinin 15 kanun-ı sani 1934 tarihli 13!üncü sayısında şu manzumeyi neşretti:
BENiM AŞKIM
Bir kalenin ucundan hislerimiz akınca
Bu ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;
Beni anlayamazsan gözlerime bakınca
Göğsünü parçala bak kalbim nasıl atıyor.
Daha pek doymamışken yaşamanın tadına
Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına,
Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.
Sensin, kalbin değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensiz Ülkü adıyla beynimde dimdik duran,
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
Seni çıkarsam, ömrün başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye?
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.
Kısacası: Gönlümü verdim Ulu Gaziye,
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
Bu manzumeyi okuyunca nasıl gülmüştüm! Bütün kıymet mefhumu mangır olan bu şaire gülünmez mi? Baştan başa yalan olan bu aşk ile Sabahattin Ali fikirlerini değiştirdiğini ispat etmiş, Hikmet de onu vekalette bir kalem başı yapmıştı. Yarabbi! insanlar nelere tenezzül edebiliyorlardı! Daha dün Gaziye hiciv yazan bu komünist bugün ona mehdiye yazmaktan sıkılmıyordu. Her halde bu, onlara göre iktisadi bir kanun olmalıydı Artık Sabahattin her şeyi marksist bir gözle görmeğe başlamıştı. O, kalın camlı gözlüklerinin arkasından insanları nasıl bulanık görüyorsa karışık beyni ile de hadiseleri yanlış görmekte devam ediyordu. Kendisine vaktiyle vermiş olduğum Kür Şad mevzuunu da Nazım Hikmetofun tesiriyle marksist bir kalıba sokmuş, Esirler diye yazdığı piyeste bizim büyük Kür Şadımızı mümkün olduğu kadar küçülterek nefsine mağlup bir insan haline getirmiş ve bu piyesi zayıf bularak oynamadı. Yoksa Sabahattinin önceden söylediği gibi Şekspirvari bir piyes olsaydı Kür Şad sahnede bayağı bir adam olarak yıllarca gözüküp bizi incitecekti.
Kendisiyle bundan sonra birkaç defa rastlaştık. Her görüşmemiz uzun münakaşalara yol açtı. Komünizmin Almanyadaki bozgunundan sonra bütün istikbalin ispanya ve Çin!deki meselelere bağlı olduğunu, bu iki ülkede mutlaka komünizmin galip geleceğini iddia ediyordu. Komünizm ispanyada da yıkıldıktan sonra bir ümidi Çinde kalmıştı. Japon istilasından sonra bilmem bu ümit ne haldedir?
işte içimizdeki Şeytan adlı romanıyla milliyetperverliği kötülemeğe ve Türkçüleri fena göstermeğe yeltenen Sabahattin Ali böyle birisidir. Yani o bizim içimizdeki şeytanlardan birisidir. Zavallı ve saf bir şeytan
--spoiler--
''Yılbaşının sence hiçbir hususiyeti yok mudur'' diye sordum.
''Hayır'' dedi. ''senenin diğer günlerinden ne farkı var sanki? Tabiat onu her hangi bir şekilde ayırmış mı? Ömrümüzden bir sene geçtiğini göstermesi bile o kadar mühim değil; çünkü ömrümüzü senelere ayırmak da insanların uydurması.. insan ömrü doğumdan ölüme uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir..''