kullandigim butun ide'lerde proje dosyalarinin gosterildigi pencere sol tarafta sabit; gui icinse gerekli toolbox sag tarafta sabit, ve de objelerin parametrelerine ait pencere de yine sag tarafta mouse ile uzerine gelindiginde gorunen durumda olmadigi zaman kod yazamiyorum.
ozellikle visual studyo da default olarak sag tarafta yer alan bu pencereler beni hayal kirikligina ugratiyor, enerjimi yok ediyor ve butun program yazma istegimi benden aliyor.
debug yapiyorsam, ide sag ekranda, debug edilen program da sol ekranda olmali; ek olarak, ide lerin text editorlerinin arkaplan rengi kesinlikle beyaz olmamali.
kullandigim ide'yi tamamen kisisellestiren biriyim.
eğer bi şey kaybedildiyse onu bulana kadar aramak. evde dört dönmek, aramak, aramak, aramak. evin altını üstüne getirmek * , eğer hala bulunamadıysa sinir krizi geçirmek.
ayrı yazılan de'ler ve genel olarak türkçe'nin yanlış imlasına ve anlatım bozukluklarına karşı hassasiyet bunlardandır. nüans farkı dedi bir arkadaş daha bugün. hem de doktora dersinde. hadi bakalım.
halı sahada hep aynı taraftaki kaleye geçmek. işin garip yanı ise seçtiğim kalenin arkası koskoca turgutlunun mezarlığı. hayır öbür kaleyi seçsem onun arkası da ankara-izmir karayolu. sanki bir duygusallık oluştu meftalarla aramda. beni izliyorlar sanki gece 1-2 maçlarında.
-haftada 1 veya 2 haftada 1, "kilom ne alemde?" diye tartılmak. ona göre önlem almak veya almamak. tartılıyorum. 1 kilo almışsam yediklerimden kısıyorum ve hafta sonunda tartıldığımda kilo vermiş çıkıyorsam o hafta rahatça yiyip içebiliyorum. sonra bakıyorum yine almışım, yine aynı şekilde. bazen bunun ucunu kaçırdığım oluyor. 2-3 kilo aldığım oluyor, o zaman obez olacağım korkusuyla ekmek bile yemeyip sadece sebze yemekleri, salata, kepek ekmek ve bolca suya, bir de dansa dadanıp kendimi cezalandırıyorum.
-evde kendi kendine dans etmek. yapıyorum bunu sıklıkla. kime söylediysem "o ne lan? insan kendi kendine dans eder mi?" dedi. ne var ki lan? spor yapmıyorum, dans ediyorum işte. önce bir playlist oluşturup parçaları ayarlayıp sonra kendimi justin timberlake'in dansçısı zannederek odamı pist haline getirip dans ediyorum. valla, gayet de iyi oluyor spor gibi, antrenman gibi.
-kimsenin kıçının sıcaklığına oturamamak. genelde, toplu taşıma araçlarında (insan taşıyanlar filan varya "biz insan taşıyoruz" diyenler yani) başıma geliyor bu durum. ayakta kalmışım mesela, birisi kalkıyor inecek diye. kim olduğu, nasıl olduğu filan mühim değil. o kıçının sıcaklığı önemli orda. oturamıyorum. çoğu zaman çantamdan bir kitap ya da bir şeyler çıkarıp psikopat gibi onun üstüne oturduğum oluyor. millet manasız bi şekilde bana baksa da yapacak bir şey yok. huy olmuş. bazen mecburen oturmak zorunda kaldığım da oluyor, yanımda kitap, dergi vb.. bi şeyler olmadığında... anlatamam o acıyı. mazoşist gibi oluyorum oturmak zorunda kaldığımda. böyle bi tiksinti, bi iğrenme kendinden, bi kusma isteği baş gösteriyor bende. böyle bi olay var bünyemde.
-sık sık el yıkamak. toplu taşıma araçlarında burnunu karıştırıp, orasını burasını kaşıyıp tutunma yerlerine dokunanları gördüğüm zamanlarda başladı bu takıntı bende. yanımda o jellerden taşıyorum ama eve gelince de okulda da sık sık tuvalete "ya ben şu elimi bi yıkayayım yaa bi dk kızlar yaa" diye gittiğim olur. huy oldu.
-bilgisayarımı başkası kullandığında mouse ve klavyeyi dezenfekte etmek. bazen yeğenlerim, tanıdıklarım filan bilgisayarımı kullandığında (onlar gidince, şimdi yanlış anlarlar. tiksindiğimden değil aslında, huy işte.) limon kolonyası veya çeşitli camsil benzeri maddelerle temizlik yaparım.
-yolda yürürken araba, camekan gibi yerlerden kendine bakmak. takıntı haline geldi yapacak bir şey yok. özellikle bazen kendimi görebileceğim mağaza vitrinlerinin tarafına geçiyorum. bi de arabaların da camlarından bakındığım oluyor. birinde artık nasıl bakıyorduysam, arabanın içinde de adam varmış. adam "noluyo lan?" filan oldu. ben de sanki hiçbi şey olmamış gibi, sanki adamın arabasının camını ayna niyetine kullanan ben değilmişim gibi yoluma devam ettim bir şey olmamış gibi. *
-ayaklarımın mantar olmasından korkmak. kışın oluyor bu. ayaklarımın mantar olup tırnaklarımın şeklinin ve ayak derimin bozulmasından korkuyorum. ıslak bırakmayıp, yazın mutlaka sandalet veya açık ayakkabılar giyip dolanıyorum bu korkum yüzünden. spor ayakkabı ve converse filan terletiyor diye pek kullanmam.
-giyeceklerimi ve ayakkabılarımı kimseye vermemek. bu da prensiplerimdendir. çok mecbur kalınmadıkça üstümün başımın, ayakkabılarımın filan kimse tarafından giyilmesini istemem. kolay kolay da kimseye üst baş vermem bi kuzenim hariç. ne bileyim? herkesin vücut şekli farklı, ten kokusu farklı, kullanım stili farklı... ne gerek var? birinde mesela, heveslenip fuşya bir topuklu taşlı ayakkabı almıştım. çok tatlı bi ayakkabıydı. 1-2 defa başka bi kuzenim alıp giydi ve ayakkabı gözümden düştü adeta. "al senin olsun ya ben giymek istemiyorum artık" diyip ona verdim. yani, üst baş, ayakkabı gibi şeylerimi başkaları giyince bir daha giymek veya kullanmak istemiyorum. o yüzden de kolay kolay (hatta hiç desem yeridir) kimseye vermem onları prensip olarak.