Bir nisan güneşi parlıyor Ankara’da. Kuş seslerine eşlik eden kornalar, bahar kokusuna karışmış egzoz dumanı, iyi kalpli insanlarla omuz omuza, kol kola, el ele yürüyen kötü kalpli insanlar… Her güzelliğin içine karışmış fazlaca kötülük ya da her kötülüğün görünmez yaptığı bir parçacık iyilik. Şehrin bütün kirliliğini ortadan kaldıran, tüm çirkinliğini bembeyaz örten kışa el sallayarak yürüyordum sokaklarda. Ne acelem ne de varacak bir yerim vardı. Zaten Ankara, varacak bir yeri olmayanların mütevazı hayatıydı. Ben de olabildiğine mütevazı bir adamdım. Bakabildiğime uzun uzun bakıyor, bakışlarımdan rahatsız olanlardan hemen gözlerimi çekiyordum. iyi bir çocuk olursam Şirinler’i görebileceğimi söylediklerinde küçücük bir çocuktum. Küçücük, iyi bir çocuk oldum. Sonra Şirinler’i artık televizyonda bile göremeyeceğimi öğrendim. Böyle bir durumda bir çocuğu nasıl olurda iyi olmaya, iyilerin daima kazanacağına inandırabilirsiniz ki? Ben inanıyordum. iyilerin hala kazanacak savaşları vardı. Anneme “iyiler neden savaşır?” diye sorduğumda, kötülerin daima savaş çıkaracak bahaneleri olduğunu söylemişti. Ve savaşacak kadar, savaşı kazanacak kadar güçlü olmam için tabağımdakileri bitirmem gerektiğini ekledi.