bursa cezaevinde iken cezalı olan mahkumlardan (bkz: antep canavarı)'na su verip sigarasını ikram etmiştir.
ceza olarak kanalizasyon temizlemek zorunda olan bu mahkumlar su isteseler de kimse yönetimi karşısına alıp bir tas su vermemiştir.
o sırada uzun boylu,renkli gözlü bir adam gelerek onlara bir sürahi su verip üstüne cebindeki sigara paketinden bir iki dal kendine ayırıp o cezalı mahkumlara vermiş ve arkasını dönüp gitmiştir.
o gittikten sonra antep canavarımı abdullah dayı arkadaşlarına "kim bu babayiğit allah razı olsun" diye sormuş ve karşılığında,
o yazar,
o şair,
o komünist,
o vatan haini,
nazım hikmet demiştir.
bunu duyan dayı o lafları söyleyeni boğazlamışsa da elinden almışlardır.
Şiirleriyle gerek politika, gerek aşk gerek memleket özlemi gibi her duygu-durumu içimde hissettirmeyi başarmış şairdir. Prag'da eskiden şiirlerini yazdığı bir kafede fotoğrafı bulunmaktadır. Gidip görülesidir.
Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum
beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!
mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
Annemle konuşuyorlardı bir akşam, Küba’dan yeni dönmüştü. Oralar için yazdığı şiirleri tartışıyordu, annemle… Karşı çıktı annem kendisine. Kınadı şiirlerini; “Kötü, çok kötü bunlar!..” dedi. Babam direnmek istedi önce. Aksini savundu. Bağırmaya kadar götürdü işi. Ama sonra.. Ama, sonra kabul etti annemin dediklerini. Bu şiirleri yazmasının kendisinin görevi olduğunu söyledi… Evet, babamın şiirleri güzeldir, büyüktür ama, sadece Türkiye’de yazdıkları. Geri kalanlar.. Geri kalanlar, kendisinin de söylediği gibi sadece ruble için.
(Mehmet Andaç – Nazım Hikmetin oğlu – Yalan Söyleyen Tarih Utansın)
Nazım Hikmet, istiklal Savaşı’nın en güzel destanını yazmıştır. Esasen Kurtuluş Savaşına katılmamıştır. Kurtuluş Savaşına katılmadan Rusya’ya kaçmıştı, orada Rus ajanı olarak yetiştirilmekteydi.
(Prof.Dr. Faruk K. Timurtaş – Yalan Söyleyen Tarih Utansın;cilt12 s.264)
Ben Bursa’da iken, mahkum arkadaşlardan biri komünizmi merak eder. Doğru Nazım Hikmet’in yanına gider ve sorar Nazım Hikmet’e: “Ağabey, komünizm nedir?..” Nazım, cebini göstererek, “Sok elini buraya!” der. Mahkum çekinerek sokar. “Ne kadar para varsa al!” der Nazım. Mahkum alır. iki yirmibeş kuruşluk varmış. Kızıl şair, yirmibeş kuruşluklardan birini ona verir, birini kendisi alır ve “işte” der, “komünizm budur!..”
Bu hareket mahkumun hoşuna gider, Nazım Hikmet’le laubali olmaya başlar.. Bir gün yine elini cebine sokuverir. Bakar ki, iki elli liralık var. birini Nazım Hikmet’e verir, birini kendi almak ister. Fakat komünist şair kızar, elli lirayı zorla alıp adamı yanından kovar.
Bu hadiseyi dinledikten sonra, “Meğer” dedik, “komünizm ne kadar ucuzmuş!.. Olup olmuşu yirmibeş kuruş!..”
(Osman Yüksel Serdengeçti – Yalan Söyleyen Tarih Utansın)
… Moskova’da gördükleri Nazım Hikmet’i doyurmamıştı. O daha büyük şeyler, daha geniş bir bolluk göreceğini umuyordu, örneğin hiç olmazsa ekmeğin bedava dağıtılacağını sanmıştı. Oysa, tiyatro biletlerini bile yüksek buluyordu. Ve bunu bir radyo konuşmasında söylemek saflığını gösterdiği için paylanmıştı. Yani, bu kadar basit bir konu üzerinde bile serbestçe konuşmak hoşa gitmiyordu. Bütün bunlar Nazım’ın hoşuna gitmiyordu. Ve kendi kendini aldatmış olmak için Rus halkının katlandığı fedakarlığı övüyordu.
(Zekeriya Sertel – Yalan Söyleyen Tarih Utansın)
Oradan Kazakistan’ın başkenti Almaata’ya uçtum. Moskova’ya dönüşte gördüklerimi anlattıkça Nazım Hikmet sevinç içinde hop oturup hop kalkıyordu. “Ne talihli insansın!” diyordu, “Bunları ben bile daha görmedim”. Ama ben madalyonun bir yüzünü görmüştüm. Bu parlak görünüşün arkasında halkın kan ağladığını bilmiyordum, bilemezdim. Oysa, 1937’de Özbekistan’da yarım milyon insan Sibirya’ya sürülmüş, öldürülmüş veya hapislere atılmıştı. Özbekler bu acılarını göstermemeye çalışıyorlardı. Bana pamuk tarlalarını, tekstil fabrikalarını göstermişlerdi. Ama Özbek halkının nasıl sömürüldüğünü söylememişlerdi. Bunları Nazım da bilmiyordu.
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!
"ben,
senden önce ölmek isterim.
gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
ben zannetmiyorum bunu.
iyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
kavanoz camdan olsun,
ki içinde beni görebilesin.
fedakarlığımı anlıyorsun,
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan,
senin yanında kalabilmek için..."